Çeviri: Kamuran Kızlak
Yazar hakkında
Prof. Dr. Wang Hui, Tsinghua Üniversitesi’nde Çin dili ve edebiyatı profesörü ve aynı zamanda Tsinghua Beşeri ve Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Enstitüsü’nün müdürüdür (ayrıca, Çin tarihçisidir). Günümüz Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) sosyalizm anlayışı ve politikalarına eleştirel duran, Çin’deki bazı liberal eğilimlilerin yakıştırmasıyla “Yeni Sol” akım içinde yer alan muhalif bir sosyalist entelektüeldir. Mayıs 1996’dan Temmuz 2007’ye kadar saygın ve etkili Dushu (Okuma-Edebiyat) dergisinin editörlüğünü yapmıştır. İngiltere’de “China’s Twentieth Century: Revolution, Retreat, and the Road to Equality” adıyla yayınlanan kitabı, Yordam Yayınları tarafından “ÇİN’İN YİRMİNCİ YÜZYILI Devrim, Geri Çekilme ve Eşitliğe Giden Yol” başlığıyla yayınlanmıştır.
Giriş
Yirminci yüzyıl geçti. Yirminci yüzyıl Çin’inin tarihi mirasını ve dünya tarihindeki konumunu nasıl anlıyoruz? Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası’nın (1949) önsözünde, “Yirminci yüzyılda Çin’de önemli tarihi değişimler yaşandı”(1) ifadesi yer almaktadır. Emperyalizmin savaşları ve Soğuk Savaş Çin’i derinden etkilemiş olsa da, savaşların ve toplumsal krizlerin tetiklediği devrimler ve bu devrimler içinde özellikle Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması, Çin’de ve dünyada yaşanan daha sonraki değişimler üzerinde silinmez bir etki yaratmıştır: Devrimler ve inşa süreçleri boyunca tamamlanan yalnızca ulusal bağımsızlık ve sanayileşme değildir, aynı zamanda, toplumsal, insan-doğa, jeopolitik ve diğer ilişkilerde de benzeri görülmemiş dönüşümler yaşanmıştır. Konuşma ve yazı dillerinden siyasal sistemlere, toplumsal örgütlenmelerden emeğe ve cinsiyete, kültürel modalardan gündelik yaşama, kır-kent ilişkilerinden bölgesel ilişkilere, dinsel inançlardan toplumsal etiğe kadar köklü değişimlerin yaşanmadığı alan neredeyse yok gibidir. “Kısa yirminci yüzyıl”, benzeri görülmemiş yoğunluk, derinlik ve genişliğe sahip karmaşık, çok derin ve yoğun bir süreç tarafından şekillendirildi(2). Bugün insanların yirminci yüzyılın dönüştürdüğü yaşamdan farklı bir yaşamı hayal etmesi zor. Keşifler, yenilikler ve devrimlerin başarısızlıkları olmadan bu dönemin anlamını kavramak imkânsızdır.
Yüzyılın başlangıcı, Çin tarihinde küresel eşzamanlılığın ortaya çıkışını ve eşzamanlı ilişkilerin iç dengesizliğini dönüştürme mücadelelerini ve keşiflerini simgeliyor. Yirminci yüzyıl Çin’inin konumunu ancak Çin’in tarihsel bağlamı ve dünyadaki tarihsel altüst oluşların ikili perspektiflerinden anlayabiliriz.
Birinci Bölüm: Yüzyılın Doğuşu
On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarında, önemli değişimlerin yaşandığı bir ortamda, çeşitli güçler “zamanın eğilimleri” konusunda kendi değerlendirmelerini oluşturdular ve bu da zaman kavramı konusunda rekabet eden görüşlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Örneğin, siyasi düşünür ve reformcu Kang Youwei, Ritüeller Kitabı’nın Liyun Bölümü Üzerine Notlar’ın (1901’de yayınlanmış ancak kendi kayıtlarına göre 1884’te yazılmıştır) önsözünde ‘Konfüçyüs Takvimi’ni, filozof Liu Shipei ise 1903’te “Sarı İmparator takvimi”ni önermiştir. Zamana ilişkin bu bakış açıları çoğu zaman birbirine zıttır. Ancak tarihin ve tarihsel zaman çizelgesinin birleştirilmesi konusunda yeni bir ilerleme bilincini paylaşıyorlardı.
30 Ocak 1900 tarihinde gece yarısı −Gengzi (Fare) Yılı(3) ve aynı zamanda Qing Hanedanı İmparatoru Guangxu’nun saltanatının 26. yılı− Hawaii’de sürgünde yaşayan Çinli bir reformist, bilgin ve gazeteci olan Liang Qichao, gelişen olaylardan etkilenerek “Yirminci Yüzyılda Pasifik Okyanusu İçin Bir Şarkı” başlıklı şiiri yazdı ve şunları dile getirdi: “Birdenbire bu gecenin hangi gece olduğunu, bu yerin neresi olduğunu merak ediyorum. Burasının iki yüzyıl arasındaki sınır, doğu ve batı yarımkürelerinin merkezi olduğunu fark ediyorum”. Liang Qichao iki önemli yeni kavramı bir araya getirdi: Biri zamanı temsil ediyordu −yirminci yüzyıl− ve diğeri mekânı temsil ediyordu −Pasifik Okyanusu. Önceki anlatımlardan çok farklı olan bu yeni zaman-mekân perspektifi daha sonraları daha yaygın hale geldi ve Çin’in yirminci yüzyıldaki tarihsel konumunu araştırmak için yeni bir çerçeve sağladı. Önce zaman kavramına bakalım. Miladi (Gregoryen) takvim 1582’de oluşturuldu ve başlangıçta İspanya’nın denizaşırı Katolik topraklarında kullanıldı. Daha sonra, 1752’de Britanya, 1873’te Japonya, 1912’de Çin ve 1918’de Rusya tarafından benimsendi. Liang Qichao için yüzyıl, yalnızca yılları numaralandırma yöntemi değil, aynı zamanda, zamanın tarihsel eğilimlerini anlama ve tanımlama, eylemin temellerini yargılama yöntemiydi. Geçmişe, bugüne ve geleceğe dair tüm anlayışlar, tarihsel bilinçteki bu yoğun değişim içinde yeniden birleştirildi. Yirminci yüzyıl kavramı, “Gongyang Üç Çağ Teorisi”(4) gibi Konfüçyüs anlatılarıyla iç içe geçen bağlamda ortaya çıkmış olsa da, bu iç içe geçme durumu bu geleneksel anlatıların dönemin derin değişimlerinin doğasıyla baş edememesinin bir ürünüdür.
Yüzyıl kavramının evrenselleşmesi çağın yeni eğilimlerinin bir sonucudur. Mekânsal açıdan bakıldığında, Pasifik dönemi on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin yükselişiyle yakından ilişkili olmuştur. Küresel kapitalist merkez Atlantik’ten Pasifik’e doğru kaymaya başladı: On dokuzuncu yüzyılın eski imparatorluklarının uzağındaki bu geniş alanda, siyasetçi Yang Du’nun deyimiyle “ekonomik savaş ulusları” olan iki yeni siyasi-ekonomik varlık ortaya çıktı. Bunlar, dünyanın durumunu büyük ölçüde değiştiren ABD ve Japonya idi. Yirminci yüzyıl Çin’i ve kaderi bu dönüşümle yakından bağlantılıydı. Liang Qichao uzun şiirlerinde “ulusal emperyalizm” terimini kullanmaya başlamıştı ve 1903’te yirminci yüzyılın özelliklerini ekonomik açıdan ele alıyordu. Liang Qichao, o yıl ABD’yi gezerken bu “ekonomik savaş ulusu”nu yakından inceledi ve “Güven, Yirminci Yüzyılın Devi” adlı uzun makaleyi yayınladı. Bu makalede, ekonomik tekeller, aşırı üretim ve sermaye kontrolü gibi yirminci yüzyıl kapitalizminin yeni özelliklerini analiz etti. Makalesinde, “Güven, ekonomik alanın emperyalizmidir; siyasi alanın kaçınılmaz eğilimi emperyalizm yönündedir ve ekonomik alanın kaçınılmaz eğilimi güven yönündedir, her ikisi de doğal seçilimin kaçınılmaz sonuçlarıdır”(5) diye önerdi. Bu, “Yirminci Yüzyılda Pasifik Okyanusu İçin Bir Şarkı” adlı eserinde dile getirdiği ABD’nin İspanya-Amerika Savaşı’ndan (1898) sonra Pasifik’e doğru genişlemesinin ardındaki itici güce ilişkin yorumunu destekliyordu.
Yirminci yüzyıl Çin’in ülke tarihinde kendini “yüzyıl” kavramıyla tanımladığı ilk dönemdi ve bu dönemin özelliklerine ilişkin yargılar tüm dünya düzenine ilişkin gözlemlerle yakından bağlantılıydı. Liang Qichao’nun “Yirminci Yüzyılda Pasifik Okyanusu İçin Bir Şarkı” (1900) ve “Güven, Yirminci Yüzyılın Devi” (1903); Kōtoku Shūsui’nin “Yirminci Yüzyılın Canavarı: Emperyalizm” (1901); J.A. Hobson’ın “Emperyalizm: Bir İnceleme” (1902); Paul Lafargue’ın “Amerikan Güveni ve Ekonomik, Sosyal ve Politik Önemi” (1903); Rudolf Hilferding’in “Finans Kapital”i (1910); Rosa Luxemburg’un “Sermaye Birikimi” (1913); Karl Kautsky’nin “Ultra-Emperyalizm” (1914); ve Vladimir İ. Lenin’in “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” (1916) adlı eserleri, yirminci yüzyılın doğasını ele alan uzun bir dizinin parçalarıdır. Emperyalizm yalnızca yayılmacı bir ekonomik ve askeri sistem değil, aynı zamanda, ideolojik ve değer yelpazesidir. Bu yelpaze, geniş bir bilgi sistemi aracılığıyla başkaları ve kendisi hakkındaki çeşitli anlatılara müdahale eder. “Yüzyıl” bilinci hem bu sürece dair bir farkındalık hem de sürece karşı güçlü bir direniştir.
“Yüzyıl”ın gelişi bir olaydır: Bu zaman kavramının benimsenmesi, eski zaman kavramlarını sonlandırmak amacı taşıyordu. Böylece yirminci yüzyıl, doğal olarak önceki kavramlardan türetilemez veya evrilemezdi: Ne hanedan kronolojilerinden, Sarı İmparator takviminden, Konfüçyüs takviminden ne de birbirini izleyen on sekizinci, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın zaman kavramları aracılığıyla kavranabilirdi. Ancak, diğer tüm zaman kavramları yirminci yüzyılın ön tarihi olarak yeniden inşa edilecektir. “Yüzyıl” kavramı, çeşitli mekân ve zamanları evrensel bir eşzamanlılık tarihi içinde bütünleştiren epistemolojik bir çerçeve sunar. Böylece, bu evrensel tarihin iç dengesizlikleri, çelişkileri ve çatışmaları üzerine düşünceler için kıvılcım işlevi görür. Yirminci yüzyılın tüm geçmiş dönemlerden farkı yalnızca zamana ait bir ayrım olması değil, aynı zamanda, zamanın eğiliminin kavranmasıdır. Bu eşsiz tarihi anda, Çin halkının modern Çin’in ön tarihini yaratması ve Çin’in dünyadaki eşsiz konumunu ayırt edebilmesi için on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda ve hatta daha önceki dönemlerde Avrupa’da ve dünyada yaşanan sorunlar hakkında da düşünmesi gerekiyordu.
Dolayısıyla, yirminci yüzyılın tarihsel anlatısını tersinden anlamak gerekir: Yirminci yüzyıl, kendi ön tarihinin/tarih öncesinin sonucu değildir; kendinin yaratıcısıdır.
İkinci Bölüm: Çevre (Periferi) Bölgelerdeki Devrimler
Modern tarih anlatısının merkezi on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sıdır. Klasik dönem, Ortaçağ, erken modern dönem, yirminci yüzyıl ve postmodern dönemlere ilişkin pek çok tarihsel ve kuramsal tartışma, büyük ölçüde Avrupa’nın on dokuzuncu yüzyıl tarihsel bakış açısı ve sorun bilinci doğrultusunda yeniden inşa edilmektedir. On dokuzuncu yüzyıl ve modernlik kavramı neredeyse tamamen örtüşmektedir: Kökleri iki(li) devrime (Fransız Devrimi ve İngiliz Sanayi Devrimi) ve kapitalist modernlik anlatısına dayanmaktadır. Avrupa devrimleri, sermayesi, imparatorlukları ve bunların dalgalanmaları merkezi hikâyeyi oluşturmaktadır. Dünyanın diğer bölgelerindeki değişimler bu merkezi hikâyeye göre ikincildir.
“Uzun on dokuzuncu yüzyıl” ile karşılaştırıldığında, yirminci yüzyıl kısa bir “aşırılıklar çağı” olarak kalır: I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı, etnik temizlik, Soğuk Savaş, tiranlık, vb. hepsi başarısızlıkla sonuçlanan toplumsal deneylerdir.(6)
Eric Hobsbawm bir zamanlar yirminci yüzyılın tek bir ülkenin kaderiyle yakından bağlantılı olduğundan yakınmıştı: Sovyetler Birliği. Bu tür anlatılarda Çin ve diğer Batı dışı dünya hangi konumu işgal ediyor?
Emperyalizmin yükselişi, büyük güçlerin sömürge topraklarını paylaşmak için hem rekabet etmeleri hem de işbirliği yapmaları ve küresel güç merkezinin Pasifik’e kayması, yirminci yüzyılın temel sorunlarını anlamak için gerekli tarihsel koşulları oluşturmaktadır. Çin açısından bakıldığında, sadece emperyalizm olgusundan söz edersek, 1840-1870 yılları arasında emperyalizm üzerine pek çok klasik yazarın çizdiği kadar net bir sınır çizmek bugün zordur.
Dünya kapitalist merkezinin yer değiştirmesinin yanı sıra, yirminci yüzyılın doğuşu çevre bölgelerde bir dizi devrimi de beraberinde getirdi. Emperyalizm yalnızca bir uluslararası sistem değil, aynı zamanda, toplumların içine sızan askeri, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel bir sistemdir. Yirminci yüzyılı ondokuzuncu yüzyıldan net olarak ayıran şey, emperyalist çağın iç ve dış koşullarından beslenen ve Batı dışı coğrafyalarda gerçekleşen devrimlerdir. Bu dönemin yeniliği, kapitalizmin merkez bölgelerden küresel sahneye yayıldığını anlatan kalkınmacı hikâyeden ibaret değildir. Daha ziyade, bir yandan sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin ekonomik kalkınmalarını engelleyen emperyalist hegemonyaya karşı direnişleri ve siyasal bağımsızlık ve kültürel hayatta kalma mücadeleleri, diğer yandan da bu direniş ve dönüşüm sürecinde hem hedeflere ulaşmayı hem de yeni toplumsal biçimlerin keşfini engelleyen iç toplumsal ilişkilerdeki dönüşümler tarafından şekillendirilmiş olmasıdır. Örneğin bu savaş ve devrim çağında, yirminci yüzyıl Çin’inin savaş aracılığıyla geçirdiği dönüşümleri anlamak için bu dönemde Çin’deki savaşların özelliklerinin ne olduğunu sormak gerekir. Kuzey Seferi (1926-1928), Tarım Devrimi Savaşı (1927-1937), Japon İşgaline Karşı Direniş Savaşı (1937-1945), Kurtuluş Savaşı (1946-1949) ve Afyon Savaşları (1839-1842, 1856-1860), Çin-Fransız Savaşı (1884-1885) ve Çin-Japon Savaşı (1894-1895) gibi yirminci yüzyıldan önceki savaşlar önemli farklılıklara sahiptir. Bunlar, savaşta seferber edilen devrimci örgütlerin çatışmaları, savaş yoluyla yürütülen devrim çatışmaları, savaş sırasında devrimci bir ülke inşa etme kavgaları, savaş yoluyla yeni bir siyasi “halk” öznesi yaratma mücadeleleri, ulusal kurtuluş savaşını uluslararası anti-faşist savaşla birleştiren savaşlar ve ulusal kurtuluş hedefine iç devrimci savaşlarla ulaşan ve uluslararası sosyalist harekette yankı uyandıran savaşlardır.
Yirminci yüzyıl Çin’i bu bağlamda doğdu. Bu nedenle yirminci yüzyıl, Eric Hobsbawm’ın öne sürdüğü gibi yalnızca tek bir ülke (Sovyetler Birliği) ile tanımlanmayacak; daha ziyade, çevre bölgelerdeki devrimler ve bunları izleyen sonuçlarla ilişkilendirilecektir. Bu yüzden, yirminci yüzyılın başlangıç ve bitiş noktalarını tartışmak, bu dönemin devrimci dalgalarının, karmaşık süreçlerinin ve gerileyen biçimlerinin çoklu nedenlerini keşfetmek anlamına gelir. Bu konunun analizine, emperyalist sistemin tekdüze olmayışını analiz ederek başlanmalıdır. Emperyalist dünya sisteminin tekdüze olmayışı bu uluslararası sistemin “zayıf halkasını” oluşturuyorsa, büyük güçler arasındaki rekabetin yol açtığı iç bölünmeler de iç devrimler için “zayıf halka”yı oluşturur. Dolayısıyla, emperyalizm çağında iki tür zayıf halka vardır. Birinci tür “zayıf halka”, Lenin’in söylediği gibi, “kapitalizmin mutlak bir yasası olarak ekonomik ve siyasal gelişmenin eşitsizliği”dir. Bu da “sosyalizmin zaferinin önce birkaç, hatta tek bir kapitalist ülkede mümkün olduğu” sonucuna götürür. Bir diğer “zayıf halka” ise içerideki eşitsiz siyasal ve ekonomik gelişmeden ve, ayrıca, ezilen uluslar içindeki emperyalist işbirlikçiler-aktörler arasındaki çelişkilerden kaynaklanmaktadır. İkinci “zayıf halka” Çin devrimci güçlerinin geniş kırsal kesimde, eyalet sınırlarında ve çevre bölgelerde hayatta kalıp gelişmeleri için gerekli koşulları sağladı.(7)
“Kısa yirminci yüzyılı” devrimler yüzyılı olarak görüyorum. Bu devrimci yüzyıl, Avrupa’da veya Amerika Birleşik Devletleri’nde ekonomik ve askeri hegemonyanın kurulmasından değil, böyle bir hegemonyanın kurulması sürecinin neden olduğu yeni “tekdüze olmama durumundan-çeşitlilikten nonuniformity” −daha doğrusu, bu “tekdüze olmama durumundan-çeşitlilikten nonuniformity” kaynaklanan devrimci fırsatlardan− kaynaklandı. Bu, ulusal, politik ve toplumsal devrimler gibi bir dizi birbiriyle bağlantılı büyük olaydan oluşur. Rus-Japon Savaşı (1904-1905), 1905 Rus Devrimi’ni doğrudan tetiklemiş, bu da Polonya Sosyalist Partisi’nin kitlesel grevine ve aynı yıl gerçekleşen Lodz ayaklanmasına ilham kaynağı olmuş ve bu da İran Meşrutiyet Devrimi’ni (1905-1911) ve Türk Devrimi’ni (1908-1909) etkilemiştir. Bu devrimler, 1911 Çin Devrimi’yle birlikte Asya’da (ve Doğu Avrupa’da) bir devrim dizisi oluşturdu.(8)
Bu devrimler silsilesine dahil edebileceğimiz Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi ve Çin’de Birinci Birleşik Cephe çatısı altında gerçekleşen 1924 Milliyetçi Devrimi, Çin komünistlerinin önderlik ettiği toprak devrimi hareketinin öncülüğünü yapmıştır. Ekim Devrimi genellikle Avrupa savaşları bağlamında anlaşılmaktadır. Ancak bu bakış, bu devrim ile Asya devrim dizisi arasındaki sürekliliği göz ardı etmek olur. Bu devrimler silsilesiyle yakından ilişkili olan bir diğer olgu da, farklı ülkelerde ve bölgelerde farklı biçimlerde gelişen sömürgecilik karşıtı hareketler ve ulusal bağımsızlık hareketleridir; örneğin Hindistan bağımsızlık hareketi. Tüm bu devrimler ve hareketler farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda gerçekleşmiş, farklı modern yollar oluşturmuş olsalar da, birbirleriyle bağlantıları ve birbirlerinden esinlenmeleri açıktır. Yıllar sonra bu devrimler ve hareketler Bandung Konferansı’nın (1955) ve Bağlantısızlar Hareketi’nin (1961’den günümüze) tarihi temellerinin bir parçası oldu. Dolayısıyla “kısa yirminci yüzyıl”ın doğuşu, ancak devrim ve değişim fırsatları arayışı içinde tespit edilebilecek “zayıf halkaların” keşfedilmesiyle başlamak zorundaydı.
Devrim ve değişim fırsatları arama açısından bakıldığında, şunu söyleyebiliriz: “Kısa yirminci yüzyıl”ın çoklu başlangıcına işaret eden tarihsel olgular eski Avrasya jeopolitik rekabeti değil Çin-Japon Savaşı ve Rus-Japon Savaşı’ndan sonra Asya’da oluşan yeni yapılanmanın yol açtığı devrimci durum, emperyalist savaşlar değil bu savaşların tetiklediği ve yukarıda sözü edilen devrimler dizisinin şekillendirdiği “Asya’nın uyanışı”dır.
Dolayısıyla, zamansal açıdan bakıldığında, “kısa yirminci yüzyıl” 1914’te değil 1905-1911 yılları arasında başladı; mekânsal açıdan tek bir noktadan değil bir dizi başlangıç noktasından başladı; fırsat açısından ise yıkıcı savaşlardan değil emperyalist sistemi ve eski rejimleri yıkıp geçmeyi amaçlayan arayışlardan doğdu. Jeopolitik açıdan yirminci yüzyıl sadece sömürge sonrası bir dönem değil, aynı zamanda, metropol sonrası (post-metropolitan) bir dönemdi(9). Bu dönemde çevre bölgelerdeki (periferi) devrimler ve reformlar sadece kendi bölgelerini değil, aynı zamanda, dünyanın merkez-çevre ilişkilerini de dönüştürdü, merkez bölgeleri ve bu bölgelerin yaşadığı dönüşümleri önemli ölçüde etkiledi. Küresel Güney ülkelerinin küresel GSYİH’nın yaklaşık yüzde 60’ını, BRICS ülkelerinin ise yüzde 30’unu oluşturduğu bir dönemde “metropol sonrası dönemin” özellikleri ancak yakın zamanda anlaşılmaya başlandı.(10) Yaygın olarak kullanılan trans-jeopolitik kavramlar olan “üç kıtacılık”, ulusal bağımsızlık hareketleri ve Bağlantısızlar Hareketi’nin yükselişi ve bu yörüngenin yakınlarında Küresel Güney’in ortaya çıkışı, hepsi bu ardışık devrimci süreçten kaynaklanmaktadır.
Küresel Güney nedir? Güney, sadece bir bölge veya “geri kalmış” ya da yoksullaşmış bir alan değildir. Bandung Konferansı geleneğinde olduğu gibi, Doğu ile uyum içindedir ve farklılıklar üzerinden birlik oluşturur. Çin ve Küresel Güney artık sömürge döneminin sömürge metropollerinin tümüyle egemen olduğu çevresel alanlar değil; metropol döneminden metropol sonrası döneme geçişi hızlandıran çığır açıcı güçlerdir. Bu süreç bir asır önce başladı ve yirmi birinci yüzyılı anlamanın temellerinden birini oluşturmaktadır.
Üçüncü Bölüm: Yerini Alma-Yerine Geçme Politikaları ve Sürekliliğin Yaratılması
Yüzyılın doğuşu, farklı zaman dilimlerindeki dünyaların eşzamanlılık dünyasında eşitsizliğe (uneveness) dönüşmesini ifade eder ve böylece tarihi yatay bir eksende izlemenin mutlak bir gerekliliğini yaratır. Bu zamansal dönüşüm aslında söz konusu “mekânsal devrim”in yarattığı bir koşuldur. Mekânsal devrim öncülü bağlamında zamansal ilişkiler giderek daha yatay bir nitelik kazanırken, güncel değişimler –ve bu değişimleri tanımlayan söylemler– artık diyakronik (artzamansal ardıllık) ilişkileri tanımlamakta kullanılan uzunlamasına-boylamsal eksende anlatılamaz. Bunun yerine, birden fazla zaman dilimine yayılarak açıklanması gerekir. Bu olguyu kavramsal yatay hareket olarak özetliyorum. Kavramsal yatay hareketin işlevi, farklı zaman dilimlerine ait tarihsel içerikleri aynı söylem biçimleriyle ifade edilebilen eşzamanlı gerçekliklere dönüştürmektir.
Peki bu bağlamda politika nasıl gerçekleşiyor/politikanın yeri nedir? Bir dizi yeni kavram veya kategori olmadan yirminci yüzyılın siyasetini ve onun tarihsel önemini anlatmak imkânsız görünüyor. Ancak, aynı zamanda, tercüme edilmiş veya yeni türetilmiş bu kavramlar, tarihsel senaryoları inşa etmek ve açıklamak için temel kategoriler olarak kullanıldığında, söylem sistemleri ile toplumsal koşullar arasında çoğu zaman belirgin bir uyumsuzluk görülür. Bu çağda birey, yurttaş, devlet, ulus, sınıf, halk, siyasi parti, egemenlik, kültür ve toplum gibi kavramlar yeni siyasetin merkezinde yer almaktadır. Üretim, üretim biçimleri, toplumsal oluşumlar ve bunlarla ilişkili kavramlar Çin ve diğer toplumları tanımlamak için temel kategoriler haline gelir. “Zayıf halkalar”, dost-düşman ilişkileri, “sınır bölgeleri”, “orta yol”, “Üç Dünya”, birleşik cephe vb. kavramlar emperyalist koşullar altındaki küresel ve yerel gerçekliklerin değerlendirilmesinden ve bu gerçeklikler hakkındaki stratejik ve taktik düşüncelerden kaynaklanmaktadır.
Ezilen alt kesimler (subaltern) çalışmaları alanında önde gelen Hintli bilim insanı Dipesh Chakrabarty, Hindistan ve diğer Batı dışı ülkelerde devrimci özneler arama çalışmalarının köylüler, kitleler, alt tabaka-kesimler vb. gibi Batının proletarya kategorisi yerine geçen bir dizi ikame kategori ürettiğini buldu.(11)
Ancak tekrarlama ve (proletaryanın) yerini alma olgusu yalnızca proletarya gibi kategorilerde değil, aynı zamanda, yukarıda belirtilen kategorilerin hemen hepsinde de görülür. Hem devrim hem de karşı-devrim bu yerini alma olgusunu bünyesinde barındırmaktadır.
Bu kategoriler ne sadece on dokuzuncu yüzyıl mantığıyla, ne de kendi klasik kökleriyle açıklanabilir. Bu temel kavramların, kategorilerin ve önermelerin çoğu (“sınır bölgeleri” ve “orta yol” gibi belirli mücadeleler sonucu ortaya çıkan birkaçı hariç) on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sına ait kavram ve önermelerinin çevirisinden ve benimsenmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak devlet, egemenlik, halk, sınıf, yurttaş, siyasal parti vb. gibi terim veya kavramların siyasal içeriği yalnızca Avrupalı kökleriyle tanımlanamaz. Yirminci yüzyıl devrimcileri ve reformcuları bu kavramları, kategorileri ve önermeleri belirli siyasi pratikler için kullandılar ve bu durum yeni dönemin tarihçileri için büyük sıkıntıya yol açtı. Örneğin, “feodal” başlangıçta yanlış kullanılan bir terim ise, o zaman, öncesindeki ve sonrasındaki toplum biçimlerini tanımlamanın dayanağı nedir? Benzer şekilde, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa kapitalizmi ve sömürgeciliği geliştikçe sosyalistler, gerçek, geleceğe dönük devrimci özne olarak görülen ‘proletarya’ kavramını icat ettiler. Yirminci yüzyıl Çin’inde devrimci özne olarak proletaryayı aramak devam eden bir siyasi süreçti. Oysa sanayileşmenin bu denli zayıf olduğu bir toplumda, işçi grupları sayı, ölçek ve örgütlenme düzeyi bakımından çok küçüktü ve kapitalist grubun da onun karşısında bir sınıf oluşturup oluşturmadığı tartışmalıdır. Bu, Çin Devrimi’nin bir “yanlış anlaşılma”nın ürünü olduğu anlamına mı geliyor?
Yirminci yüzyıl Çin’inin pek çok kategorisi ve teması on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının bir tekrarından ibarettir. Ancak her tekrar aynı zamanda bir yerine geçme-yer değiştirmedir. Bu yalnızca farklı bağlamların sonucu değil, aynı zamanda bir politik yerine geçme-yer değiştirmedir. Dolayısıyla, devlet, ulus, egemenlik, siyasi parti, halk, sınıf vb. gibi kategorilerin belirli tarihsel koşullar altında nasıl oluştuğunu ve anlamlarını; halk savaşlarının nasıl dönüştüğü ve önceki siyasal partilerden farklı yeni siyasal örgütlenmeleri (aynı isimlerle de olsa) ve devlet biçimlerini (sovyet gibi) nasıl yarattığını; örgütlenme ve seferberlik aracılığıyla köylülerin devrimde nasıl itici bir güç veya siyasal sınıf haline geldiğini; Milletler Cemiyeti içindeki egemenlik ve egemenlik anlaşmazlıklarının ve bu uluslar arasındaki savaşların nasıl anlaşılacağını sorgulamak gerekir. Bu anlamda, bu kategorilerin hiçbirisi yalnızca on dokuzuncu yüzyıl mantığıyla açıklanamaz ve kavramların klasik kökenlerine dayandırılamaz. Bu kavramlar tarihsel anlatıları yeniden düzenledi ve eski anlatıların egemenliğini kırarak yeni politikaların önünü açtı. Bu, o dönemin söylemsel pratiklerinin kavram veya kategorileri yanlış kullanmadığı anlamına gelmez. Daha ziyade, bu kavram ve kategorilerin siyasal açılımını etmeden bunların gerçek anlamını, gücünü ve sınırlarını anlayamayız ve dolayısıyla bunları yirminci yüzyıl Çin’inin özgünlüğünü anlamak için kullanamayız. Bu yabancı kavramlar, onları doğuran koşullardan çok farklı tarihsel koşullarda kullanıldığında, yalnızca yeni bilinç, değer ve eylemler üretmekle kalmadı, aynı zamanda, yeni bir siyasal mantık da üretti. Dolayısıyla, Çin Devrimi’ni bir içsel bakış açısıyla anlamadan yirminci yüzyıl Çin’inin önemini açıklamak zordur.
Bu siyasal yerini alma-yer değiştirme, yirminci yüzyıl Çin’inin iki benzersiz yönünü anlamak için metodolojik bir öncül sağlamaktadır: Bu, basit bir aktarım değil, aksine, devrim ile süreklilik arasında diyalektik bir ilişki kuran belirli tarihsel koşullar ve geleneksel bağlamlar altında gerçekleşen bir yer değiştirmedir-yerini almadır. Yirminci yüzyıl Çin’inin iki benzersiz özelliğini bu bakış açısıyla yeniden inceleyebiliriz.
Birinci benzersiz özellik, “kısa yüzyıl”ın başlangıcına, özellikle devrimci devlet inşa süreci boyunca eski hanedan ile yeni devlet arasındaki süreklilik konusuyla ilgilidir. Yirminci yüzyıl, Asya ulusal devrimleri ve anayasal demokrasi ile başladı ve 1905 Rus Devrimi, 1905-1911 İran Meşrutiyet Devrimi, 1908-1909 Türk Devrimi ve 1911 Çin Devrimi’ni “Asya’nın Uyanışı”nın açılış olayları olarak kabul edebiliriz. 1911 Çin Devrimi, Asya’nın ilk cumhuriyetinin kurulmasını sağladı ve devrime gerçek bir başlangıç anlamı kazandırdı. 1905 Rus Devrimi’ni Asya devrimleri dizisinin içine yerleştirmemin nedeni, yalnızca tetikleyicisinin Rus-Japon Savaşı ve Rusya’nın Qing Hanedanlığı topraklarında aldığı yenilgi değil, aynı zamanda, bu savaş ve devrimin Çin ulusal devrim sürecini hızlandırması (Çin’in Tongmenghui’si veya Çin Devrimci İttifakı aynı yıl kuruldu), cumhuriyetçiler ve anayasacılar arasında sert tartışmalara yol açması ve daha sonra İran ve Türkiye’deki devrimlere ilham vermesidir.
Asya’nın Uyanışı’nı imparatorlukların çöküş çağı olarak I. Dünya Savaşı’yla ilişkilendirebiliriz. 1905 Rus Devrimi başarısızlıkla sonuçlansa da, devrim ve savaşların dumanı arasında çöken devasa ve çok sayıda etnik grup barındıran Rus imparatorluğunda çürüme belirtilerini ortaya çıkardı. Rus Devrimi ve milliyetçi güçler birlikte yürüdüler ve Rusya’nın sınır bölgelerinde, Polonya ve Ukrayna’da ulusların kaderini tayin ilkesi geçerli oldu. Sınır komşuları daha sonra “federe cumhuriyetler” olarak Sovyetler Birliği’ne katılsalar da, 1991’deki dağılma Sovyet yapısının ulusal ilkeye derinden bağlı olduğunu ortaya koydu. 1867 yılında kurulan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 1918 yılında yıkıldı. Avusturya ve Macaristan kendi cumhuriyetlerini kurarken, imparatorluğun parçaları olan küçük devletler de bağımsız devlet statüsüne kavuştular. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içinde devrim ve reform öneren milliyetçi anlayışı –Otto Bauer’in teorisiyle tutarlı olarak– tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa ve Asya’ya yayılan geniş bir toprak parçasına ve büyük bir nüfusa sahipti. İmparatorluğun yükselişi, Avrupa’da denizaşırı keşifler çağını başlatan, uluslararası öneme sahip dünya tarihi olaylarından biriydi. Önceki devrimlerden kurtulan bu imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı’nın dumanı içinde çöküşe sürüklendi. Yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti kurumsal çoğulculuğunu terk ederek daha küçük bir toprak parçası ve daha az karmaşık bir yapı benimsedi. Bu üç büyük imparatorluğun ardı ardına çöküşünde milliyetçilik, anayasal reform ve karmaşık kurumsal çoğulculuğun dağılması aynı olayın farklı yüzleriydi. 1918’de Woodrow Wilson’ın ortaya koyduğu “on dört madde” ulusal ilkeyi kendi kaderini tayin adına emperyal çıkarların üstüne yerleştirdi. Ulus, milliyetçilik ve ulus-devlet, imparatorluğun antitezi olarak yirminci yüzyılın tamamında siyasal mantığa egemen oldu.
Qing Hanedanlığı ilk bakışta diğer imparatorluklara çok benziyordu: 1911’deki bölgesel ayaklanma tüm imparatorluk sisteminin çöküşüne yol açtı ve ayrılıkçılık ve bağımsızlık rüzgârları imparatorluğun her yanına yayıldı. Felsefi düzeyde etnik milliyetçilik Han, Moğol, Tibet ve Uygur halklarının olduğu bölgelerde yankı buldu. Entelektüel bir devrimci lider olan Zhang Taiyan, Qing Hanedanlığını Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarıyla karşılaştırdı.(12)
Ancak, şaşırtıcı olsa da, şiddetli kargaşaya, parçalanmaya ve yabancı işgallerine rağmen, istikrarsız cumhuriyet sonunda birlik içinde kalmayı, önceki imparatorluğun topraklarını ve nüfusunu korumayı başardı. Birleşik çok etnik yapılı imparatorluk ile çok etnik yapılı egemen devlet arasındaki benzersiz sürekliliği nasıl açıklayabiliriz?
Modern Çin’in ikinci benzersiz özelliği, “kısa yirminci yüzyıl”ın sonunda devrim ve devrim sonrası dönemler arasındaki sürekliliğin olmasıdır. Asya’da 1917 Rus Devrimi’yle başlayan “kısa yirminci yüzyılda”, ulusal devrimci hareketler artık yalnızca burjuva anayasal demokrasisiyle değil, aynı zamanda, toplumsal devrimlerle ve sosyalist yönelimli devlet inşa eden belirli türden hareketlerle de ittifak halindeydi. Rusya’daki Ekim Devrimi, Avrupa savaşlarının bir ürünüydü. Ancak Asya devrimlerinin ruhunu yansıtıyordu; çünkü ulusal devrimi sosyalist bir ekonomik program ve devlet inşası projesiyle birleştiren 1911 Çin Devrimi’nin çizdiği yolu devam ettiriyordu.(13) Diğer yandan, geri kalmış bir tarım ülkesinde kapitalizmin (burjuvazisi olmayan kapitalizmin) gelişebilmesi için sosyalist bir devlet ve eylem programının oluşturulması gerekiyordu.(14) 1911 Çin Devrimi’ni 1905 Rus Devrimi, 1905-1911 İran Meşrutiyet Devrimi ve 1908-1909 Türk Devrimi’nden ayıran temel özellik, ulusal hareketleri sosyalist ulus inşası hareketleri ve uluslararası devrimlerle bağdaştırmasıydı. Bu özellik, Amerikan ve Fransız Devrimleri’nde örneği görüldüğü gibi, yirminci yüzyıl devrimleri ile on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıldaki devrimler arasındaki köklü farklılığın habercisiydi. Dolayısıyla 1911 Çin Devrimi, 1905 Rus Devrimini izleyen devrimler dizisi açısından önemli bir dönüm noktasıydı. Başka bir ifadeyle, bu “kısa yüzyılın” (“aşırılıklar çağı”ndan daha geriye uzanan) gerçek başlangıcını işaret eden dönüm noktası 1905 Rus Devrimi değil 1911 Çin Devrimi’ydi. Kısa ömürlü 1911 Devrimi, uzun Çin Devrimi için harekete geçme çağrısıydı. 1911 Çin Devrimi, 1917 Rus Devrimi ve küresel sosyalist kampın kurulması on dokuzuncu yüzyıldan beri kapitalizmin tek yönlü genişlediği küresel manzarayı yeniden şekillendirdi. Dolayısıyla, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında başlayan dünya düzenini “devrim” perspektifinden bakmadan anlayamayız.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalist ülkeleri birbiri ardına dağılırken, ulusal ilke ve piyasa demokrasisi temelli kapitalist sistem çifte zafer kazandı. Batı’da bu değişim daha önceki imparatorlukların dağılmasına benzetildi ve ulusların ve halkların “despotik” Sovyet imparatorluğundan kurtuluş anı ve anayasal demokrasiye doğru atılmış bir adım olarak görüldü. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da devrim çağı ile devrim sonrası arasındaki kopuş açıkça görülüyordu. Ancak Eric Hobsbawm’ın tanımladığı “aşırılıklar çağı”nın sonundan bu yana, Çin yalnızca siyasi yapısının, nüfus bileşiminin ve büyüklüğünün bütünlüğünü korumakla kalmadı, aynı zamanda, sosyalist devlet sistemi tarafından yönetilen piyasa odaklı bir ekonomik dönüşümü tamamladı veya halen tamamlama yolunda. Neden?
Bu soruyu yanıtlarken ilk olarak göz önüne alınması gereken nokta, bir yandan Qing Hanedanlığı ile günümüz Çin ulusu arasındaki ilişkiler, diğer yandan ise imparatorluk ve cumhuriyet sistemleri arasındaki ilişkilerdir. İkinci nokta sosyalizm ile piyasa ekonomisi arasındaki ilişkiyle ilgilidir. 1989’dan sonra Çin’in siyasi yapısını koruyarak ekonomisini bu kadar hızlı geliştirebileceğini kimse beklemiyordu. Benzer şekilde 1911’i takip eden çalkantılı yıllarda da, o dönemde yaşanan toplumsal çalkantının nereye varacağını kimse tahmin edemiyordu. Modern Çin’in siyasi yapısı 1949’da başlayan devrimci ulus inşa sürecinin ürünüdür. Ancak ülkenin büyüklüğü ve egemenlik ilişkileri, Qing Hanedanlığı ile 1911 Devrimi’nden sonra doğan cumhuriyet arasında kurulan sürekliliğe dayanmaktadır. Başka bir deyişle, devrimin, dönüşümün ve sürekliliğin yaratılması −kaçınılmaz olarak süreklilikte kopuşlar olarak da ifade edilen− Çin’in “kısa yirminci yüzyılının” hayati sırlarını özetlemektedir. Bu benzersiz siyasal sürece bir de “egemenliğin sürekliliği” merceğinden bakılırsa, Çin’in devrim ve devlet inşa sürecinde “egemen sürekliliğin” ortaya çıkışı, yenilenmesi ve tamamlanmasının, yeni bir siyasal öznenin doğuşu ve onun siyasal bütünleşme kapasitesinin giderek artmasıyla birlikte gerçekleştiği ortaya çıkar.
Çin Devrimi, Fransız ve Rus Devrimleri’nden farklı olarak tek bir olayla işaretlenemez. Aksine, toplumun her alanda –siyasi, ekonomik, kültürel, askeri, vb.– harekete geçirilmesi ve dönüştürülmesiyle ilgili uzun bir süreçtir. Devamlı kendini dönüştürme, hatta kendini inkâr etme yoluyla süreklilik yaratma sürecidir. Bu süreç, yalnızca küresel ilişkilerdeki konumunu sağlamlaştırmakla kalmamış, aynı zamanda, küresel eşitsizliği de değiştirmiştir. Devrim, yalnızca elle tutulur karakterler ve olaylar tarafından değil, aynı zamanda, olayları başlatan ve bunların patlak vermesiyle birlikte iç içe geçen fikirler, değerler, gelenekler ve görenekler gibi görünmeyen güçler tarafından da şekillendirilir. “Çin halkının” siyasal öznelliği bu uzun süreç içerisinde doğdu ve güçlendi. Modern Çin’in tarihsel sürekliliği, katılımcılarının çeşitli tarihsel güçler altında ürettiği belirli tarihsel olaylardan doğmuştur. Yirminci yüzyıl Çin’inin devrim ve dönüşüm yoluyla kendi sürekliliğini yaratma enerjisi ve kapasitesi, günümüzün ve geleceğin zorluklarıyla yüzleşmenin temelini oluşturuyor.
Yirminci yüzyıl Çin tarihini yorumlamak ya da çağdaş Çin’i ve geleceğini tartışmak süreklilik meselesinin temel değerlendirmesine dayanır. Bu, ne geleneksel Çin’in ve uygarlığının doğal bir uzantısı olarak ne de modern devrimlerin ve dönüşümlerin bir uydurması olarak görülebilir. Süreklilik tartışması, yirminci yüzyıl Çin’indeki devrimler ve dönüşümler olmadan var olamazdı: Hem Çin devrimi ve reformunun pratik deneyimleri hem de modern Çin ile klasik uygarlık (imparatorluklar Çin’i) arasındaki ilişki bu çerçevede anlaşılmalıdır.
Dördüncü Bölüm: Metropol Sonrası Dönemde Kriz ve Fırsat
Yirminci yüzyılın küresel özelliklerinden biri, küresel kapitalizmin merkezinin dışındaki çevre bölgelerde ortaya çıkan devrimler ise, o zaman bu devrimler dizisi aynı zamanda küresel ilişkilerde yeni siyasal öznelerin ortaya çıkışı anlamına geliyordu. Farklı tarihsel koşullara göre sırasıyla, ezilen uluslar, Bağlantısızlar Hareketi, Üçüncü Dünya ve Küresel Güney olarak adlandırıldı. Bu adlandırmalar altındaki uluslar ve halklar, çeşitli tarihsel koşullar ve kültürel geçmişlerine göre büyük farklılıklar göstermektedir. Endonezya Devlet Başkanı Sukarno’nun 1955 yılında toplanan Bandung Konferansı’nın açılış töreninde ifade ettiği gibi, katılımcı ülkeler “barış, birlik ve işbirliğinin hâkim olduğu bir dünyada bir araya gelmemiştir. Uluslar ve ulus toplulukları arasında büyük uçurumlar oluşuyor. Mutsuz dünyamız parça parça edilmiş ve işkence görmüştür ve bütün ülkelerin halkları, kendi kusurları olmaksızın, savaş köpeklerinin bir kez daha zincirlerinden kurtulmasından korkarak yaşamaktadırlar.”(15) On yıllar sonra bile, uluslar, dinler, etnik gruplar, sınıflar, cinsiyetler ve insanlık ile doğa arasında çelişkiler hâlâ varlığını sürdürüyor ve bir krizler zinciri oluşturuyor.
Neoliberal küreselleşmenin tarihsel temelleri, emperyalizm ve Soğuk Savaş döneminde oluşan finans, teknoloji, doğal kaynaklar, kitle imha silahları ve iletişim gibi alanlardaki çoklu tekelleşmelere dayanmaktadır. Sanayi ve elektrik devrimlerinden biyoteknolojik ve dijital devrimlere kadar uzanan zamanda bu küresel düzen ve onun içsel eşitsizlikleri, Çin ve Asya bölgesinin kalkınma ihtiyaçlarını karşılamada, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin kalkınmasına destek sağlamada veya adil küresel kalkınma ve ekolojik krizlerin üstesinden gelmek için yeni bir çerçeve sunmada giderek daha başarısız hale geliyor.
Eğer ezilen uluslar, Üçüncü Dünya ve Bağlantısızlar Hareketi emperyalizme ve hegemonik politikalara birer yanıtsa, bugün Küresel Güney neoliberal küreselleşmenin getirdiği krizler zincirini ele almalı ve çevre bölgelerin yükselişini de barındıran yeni bir siyasi, ekonomik ve kültürel ilişki ve yeni bir uluslararası düzen savunucusu olmalıdır.
Bandung dönemindeki uluslararası konjonktürle bugünkü konjonktürü karşılaştırdığımızda en önemli fark veya gelişme, devrim ve dönüşüm yoluyla küresel düzenin hegemonik yapısını kısmen değiştiren Çin ve diğer çevre bölgelerin yükselişidir. Hegemonya Bandung döneminden beri devam etti; ancak engellenemez biçimde gevşiyordu. Sömürge dönemindeki savaş krizi, sömürgeler, nüfuz alanları ve sözü edilen güç dengeleri için rekabet eden emperyalist uluslar arasındaki çatışmalardan kaynaklanmışken, günümüzde barışa yönelik en büyük tehditler hegemonik yapıların gerilemeye başlamasıyla birlikte çevre bölgelerin sergilediği yükselişi bastırma çabalarından kaynaklanmaktadır. II. Dünya Savaşı’nın ardından, Doğu’yu da kapsayan Küresel Güney ülkeleri ulusal kurtuluş ve sosyalist hareketler sayesinde modernleşmenin temel koşullarına kavuştular. Bu temel sayesinde bazı ülkeler ve bölgeler bağımsız ve işbirlikçi kalkınma yoluyla önemli ilerlemeler kaydetmiş ve küresel süreçlerde daha adil bir düzen arayışında olmuşlardır. İç ve dış krizlerin eşlik ettiği Küresel Kuzey ülkeleri, neoliberal küreselleşmeden uzaklaşarak daha açık bir sınırlama ve tekelciliğe doğru kaymıştır ve bölgesel savaş krizleri daha büyük ölçekli küresel çatışmalara dönüşme potansiyeli taşımaktadır. ABD ve Avrupa Birliği’nin defalarca uyguladığı finansal, ticari ve teknolojik kısıtlamalar ve yaptırımlar bir hegemonya krizinin yansımalarıdır. Küresel Kuzey ülkeleri doğal kaynakları artık sömürge dönemindeki gibi tekellerine alamazlar. Hegemonik ulusların tekeli kitle imha silahlarından medyaya kadar her alanda geriliyor. Bandung Konferansı’nda gündeme gelen barışın savunulması sorunu, yeni bir dönem bağlamında yeni bir aciliyet ve farklı anlamlar taşıyor. Günümüzde daha yoğun yaşanan çağdaş çatışmalar, finans, teknoloji, doğal kaynaklar, kitle imha silahları ve iletişim olmak üzere beş tekelci yapının içindeki içsel değişimlerle yakından ilişkilidir.
Öncelikle hegemonyanın hâlâ var olduğu ancak belirgin şekilde gerilemeye başladığı finansal sisteme bakalım. Çin’in birçok ülkeyle yaptığı ticaret anlaşmalarında kendi para birimini kullanması nedeniyle Renminbinin (Yuan) uluslararasılaşması süreci başlamıştır. ABD ve Avrupa Birliği’nin Rusya-Ukrayna savaşı sırasında uyguladığı mali yaptırımlar iki ucu keskin bir kılıç gibi davranmıştır. Diğer ülkelere zarar verirken, dolar sisteminin apaçık zaaflarını da ortaya koymuştur. Finansal hegemonya sistemi sona ermedi ama çevresindeki mücadele giderek yoğunlaşıyor.
İkincisi, mevcut durumda teknoloji tekelindeki kriz, finans sektöründeki krizden bile daha şiddetlidir. ABD’nin Yarı İletkenler Üretmek Amacıyla Yardımcı Teşvikler Yaratma (CHIPS) ve Bilim Yasası (2022) bunun tipik bir örneğidir. Batılı olmayan ülkeler teknolojik atılımlar yapıp özerkliklerini güçlendirdikleri anda, Küresel Kuzey ülkeleri Küresel Güney ülkelerini bastırmak, yaptırım uygulamak, sınırlamak veya bölmek için gerekli her türlü yola başvururlar. Neoliberal küreselleşmenin dayattığı kargaşa süreci yoğun çatışma sürecine dönüşüyor.
Üçüncüsü, Küresel Güney ülkeleri bağımsızlıklarını kazandıkça ve ekonomik özerklikleri arttıkça, Küresel Kuzey’in doğal kaynaklar üzerindeki tekelinde de bir kriz ortaya çıktı. Avrupa ve ABD’nin Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşı sergilediği düşmanlık ve direniş, sömürge döneminden bu yana yerleşik olan kaynak tekeline yönelik benzeri görülmemiş güçlükleri yansıtıyor. Dolayısıyla, Çin’in Avrupa hegemonyasından farklı bir modeli nasıl geliştireceği ve küresel ölçekte kalkınma stratejisini nasıl net bir biçimde ortaya koyacağı Küresel Güney ülkeleri açısından hayati bir konudur.
Dördüncüsü, kitle imha silahları konusunda hâlâ bir tekel söz konusu; ancak bu tekel dışında kalan güçler-ülkeler de var. Bu durum, küresel bir nükleer kriz ve silahlanma yarışı tehlikesinin ortaya çıkmasına neden oldu. Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ve Avustralya-Birleşik Krallık-ABD (AUKUS) arasındaki üçlü anlaşma, kitle imha silahları üzerindeki tekeli sürdürmek ve bu hedefi daha da ileriye taşıyacak küresel ölçekte yeni stratejik çerçeveler oluşturmak amacıyla tasarlanmıştır.
Beşincisi, iletişim tekeli gücünü korumaya devam ediyor. Sosyalist sistemin çöküşünün ardından, Batı’nın büyük medya kuruluşlarının tekeli sadece devam etmekle kalmadı, giderek daha da güçlendi. TikTok gibi sosyal medya platformlarının ortaya çıkışı ve ABD Kongresi’ndeki duruşmalar, ABD ve Avrupa’nın medya tekelini kısmen kırabilecek her türlü teknolojiyi −ister büyük bir ulusal medya kuruluşu ister bir sosyal medya platformu olsun− bastırmak için her türlü yolu kullanacağını kanıtlıyor. Ancak ABD ve Avrupa’nın oluşturduğu ve yürürlüğe koyduğu yeni kısıtlayıcı dijital politikalar bu bölgelerin durumunun giderek zorlaştığını gözler önüne seriyor.
Bu değişimler yaşanırken durmayan şey Asya’nın küresel ekonomideki konumunun sürekli yükselişi, Afrika ülkelerinde ekonomik kalkınma için yeni olanaklar, Latin Amerika ülkelerinin giderek artan biçimde bağımsız kalkınma arayışına girme eğilimi ve yirmi birinci yüzyıl sosyalizmi dalgalarıdır. Samir Amin, otuz yıl önce küreselleşmenin düzen değil düzensizlik olduğunu söyledi. Bugün ise bu düzensizlik, zincirleme krizlerle giderek artan bir şekilde çatışmalara dönüşmekte ve küresel barış ve kalkınma için önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Geniş bir küresel hareket olarak Küresel Güney’in hedefi yalnızca tek taraflı kalkınmayı sürdürmek değil, aynı zamanda, daha adil, barışçıl ve çevre dostu bir dünya düzeni için çalışmaktır. Bu amaçla finans, teknoloji, medya, doğal kaynaklar ve kitle imha silahları üzerindeki tekellerin ortadan kaldırılması ve barışı savunmak için küresel silahsızlanmanın örgütlenmesi hayati önem taşımaktadır. Bu anlamda, Küresel Güney hareketi yalnızca Güney’deki bir hareket değil, küresel ilişkilerde değişimi teşvik eden ve insan uygarlığının hayatta kalması ve gelişmesi için yeni bir evrensellik arayan küresel bir harekettir.
Notlar
1. Constitution of the People’s Republic of China, preamble, accessed 20 August 2024, http://www.npc.gov.cn/zgrdw/englishnpc/Constitution/node_2825.htm.
2. “Kısa yüzyıl”, İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın, 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar geçen dönemi tanımlamak için ortaya attığı bir terimdir. Bkz. Eric Hobsbawm, The Age of Extremes: The Short Twentieth Century, 1914–1991 (London: Abacus, 1995).
3. Gengzi (Fare) Yılı (庚子年), geleneksel Çin altmış yıllık zaman döngüsündeki bir yılı ifade eder. 1900, en bilinen Gengzi yılıydı. Bu yıl içinde, Qing Hanedanlığı’nın Guangxu İmparatoru (光绪帝) yönetiminde desteklediği sömürge karşıtı ve yabancı karşıtı Boxer İsyanı ve ardından Japonya, Rusya, Britanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan güçlerinden oluşan Sekiz Millet İttifakı’nın işgali yaşandı. Bu yıl, o dönemdeki ulusal aşağılanmayı ve krizi temsil ediyor.
4. Savaşan Devletler döneminde (MÖ 475-221) Konfüçyüsçü bilgin Gongyang Gao’ya atfedilen “Gongyang Üç Çağ Teorisi” (公羊三世说), tarihin her biri farklı bir ahlaki ve siyasi gelişme düzeyini temsil eden belirgin “çağlar” boyunca ilerlediği bir Konfüçyüsçü zaman görüşü önerir.
5. Liang Qichao 梁启超, ‘Ershi shiji zhi juling tuolasi二十世纪之巨灵托辣斯’ [Trust, the Giant of the 20th Century], Xinmin Congbao 新民丛报 [New Citizen Journal], no. 40–43 (2 November to 4 December 1903).
6. Eric Hobsbawm’ın kuramlaştırdığı “uzun on dokuzuncu yüzyıl”, 1789’daki Fransız Devrimi’nden 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar geçen tarihsel dönemi ifade eder. Bu dönem, sanayi kapitalizminin yükselişi, milliyetçiliğin yayılması ve Avrupa imparatorluklarının genişlemesi gibi önemli değişimlerle karakterize edilir.
7. V. I. Lenin, ‘On the Slogan for a United States of Europe’, Lenin Collected Works, vol. 2, 709.
8. 1911 Çin Devrimi, aynı zamanda Xinhai Devrimi olarak da bilinir, Çin’in son imparatorluk hanedanı olan Qing Hanedanlığı’na son vermiş ve Çin Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açmıştır.
9. “Metropolitan”, Londra ve New York gibi metropoller ile temsil edilen Batılı sömürgeci güçleri ve bunların koloniler, yarı-sömürgeler ve post-sömürgeler üzerindeki egemenlik ilişkilerini ifade eder. Dolayısıyla “post-metropolitan dönem” olarak adlandırılan dönem, “post-kolonyalizm” anlamına gelmektedir. Günümüzde Çin ve Doğu Asya’nın ekonomik yükselişi ve dünya düzenindeki değişimlerle birlikte “(Batı) Merkez Sonrası” dönem başlamıştır. Bu süreç, yirminci yüzyılda çevre bölgelerde yaşanan devrimler ve değişimlerle başlamıştır. Bu alanların merkez bölgeler üzerindeki etkisi öylesine artmıştır ki, bugün Batı toplumu kendi “post-merkez” veya “post-metropol” gerçekliğiyle yüzleşmek durumundadır.
10. Tricontinental: Institute for Social Research, Hyper-Imperialism: A Dangerous Decadent New Stage, Studies on Contemporary Dilemmas no. 4, 23 January 2024, https://thetricontinental.org/studies-on-contemporary-dilemmas-4-hyper-imperialism/#toc-section-6-1.
11. Dipesh Chakrabarty, ‘Belatedness as Possibility: Subaltern Histories, Once Again’, The Indian Postcolonial: A Critical Reader, vol. 1, eds. Elleke Boehmer and Rosinka Chaudhuri (London: Routledge, 2011), 163–76.
12. Zhang Taiyan, ‘Zheng chou Man lun’ [Correct Discourse on Hatred of Manchus), Xinhai geming qian shinianjian shilun xuanji [Selected Essays From the Ten Years Preceding the 1911 Revolution], vol. 1, ed. Zhang Nan and Wang Renzhi (Beijing: Sanlian shudian, 1963), 98.
13. Lenin, Çin Devrimi’nin ayırt edici özelliklerini ilk olarak 1912-1913 yıllarında fark etti. 1919 yılında, sosyalist devrimin “emperyalistler tarafından ezilen tüm sömürgelerin ve ülkelerin tüm bağımlı ülkelerin, uluslararası emperyalizme karşı mücadelesi olacağını” savundu. See Vladimir Lenin, Collected Works of Lenin, vol. 30 (Beijing: People’s Publishing House, 1957), 137. For Lenin’s ‘discovery’ of the 1911 Revolution, see Wang Hui, ‘The Politics of Imagining Asia’, in Depoliticised Politics (Beijing: Joint Publishing, 2008).
14. 1911 Çin Devrimi’nin sosyalist yönü, “modern Çin’in babası” ve cumhuriyetin ilk başkanı olan Sun Yat-sen’in devlet kurma programının yalnızca ulusal bir siyasal devrimi değil, aynı zamanda, kapitalizmin zayıflığını aşmayı amaçlayan bir toplumsal devrimi de içermesi gerçeğiyle somutlaştırılmıştı. Bunu başarmak için kullandığı temel taktikler, Henry George’un teorilerinden etkilenen bir politika olan toprak mülkiyetini eşitlemek ve toprak değerinde vergi artışları yapmaktı.
15. Asian-African Conference Bandung, Indonesia 1955, Asia-Africa Speaks from Bandung (Jakarta: Ministry of Foreign Affairs Republic of Indonesia, 1955).
Kaynak: www.thetricontinental.org
Kamuran Kızlak’ın Uzakdoğu Notları bloğunda yayınlandı.