Çeviri: Ateş Kayaoğlu
Büyük oranda Fransız sömürge yönetimi altında kalmış olan Batı Afrika, sözüm ona Hindistan’ın yaşadığı türden bir dekolonizasyonu hiçbir zaman yaşamadı.
Öncelikle, eski Fransız sömürgelerinin para birimi sabit bir döviz kuru üzerinden Fransız frangına bağlı kalmaya devam etti. Bu da kendi seçtikleri herhangi bir mali ve parasal politika izleyemeyecekleri anlamına geliyordu (çünkü bu sabit döviz kurunu tehdit ederdi).
Tıpkı sömürge Hindistan’da zorunlu borçlanma yoluyla elde edilen altın rezervlerinin (yıllık ihracat fazlası gelirlerinin tamamı İngiltere tarafından alındığı için) Londra’da tutulması gibi Batı Afrika’nın döviz rezervleri de Fransa tarafından tutuluyordu. Fakat mesele bununla da sınırlı değildi. Fransa, resmi dekolonizasyona rağmen Batı Afrika’nın maliye ve para politikasını da fiilen kontrol ediyordu.
Metropol şirketler doğal kaynaklar üzerindeki kontrollerini korudular. Dahası, Fransız birlikleri, başlangıçta Fransız mülkünü korumaları gerektiği bahanesiyle, daha sonraysa bu ülkeleri İslamcı militanlara karşı savunmak zorunda oldukları bahanesiyle (bu militanlar Libya’daki Kaddafi rejimine yönelik emperyalist istikrarsızlaştırma hamlesi sonucu güçlenmişti) dekolonizasyona rağmen bu ülkelerde kalmaya devam etti. Ancak gerçekte Fransız birliklerinin kalış nedeni, yeni bağımsız hükümetlerin Fransız diktasına uygun hareket etmeye devam etmelerini sağlamaktı.
Bu birliklerden kurtulmaya yönelik her türlü girişim, daha önce Burkina Faso örneğinde görüldüğü üzere, Fransa’nın hükümet darbesini dahi içerebilen yanıtlarıyla karşı karşıya geliyordu.
Burkina Faso’nun devrimci Marksist lideri ve Fransız birliklerinin ülkesinden çıkmasını isteyen kararlı bir Pan-Afrikanist olan Thomas Sankara, kendi partisine mensup kişiler tarafından düzenlenen ancak genellikle Fransız desteğine sahip olduğu varsayılan bir darbe ile öldürüldü.
Aslında çoğu zaman darbelere gerek bile duyulmuyordu: Fransız birliklerinin devam eden varlığı meselesini siyasi gündemlerinin dışında tutan, metropolde eğitim görmüş liderlere sahip siyasi partileri bünyesinde barındıran bir seçim siyaseti mevcuttu. Bu tarz bir seçim siyasetinin kendisi düzenlemenin devam etmesi hatta demokratik bir görünüm kazanması için bile oldukça yeterliydi.
Ancak son zamanlarda birçok Batı Afrika ülkesinde, ordu içindeki devrimci unsurlar bu tür seçilmiş ama omurgasız hükümetleri devirip iktidarı ele geçirerek bir anti-emperyalist direniş dalgası yarattılar.
Emperyalist ülkeler bu tür iktidar gasplarını demokrasiyi hedef alan, kınanması ve karşı çıkılması gereken saldırılar olarak resmetse de, bu ülkelerdeki kitleler, ironik bir şekilde, kendilerinin “demokratik yollarla” seçtikleri hükümetlerin yerini almış olmalarına rağmen bu yeni rejimleri coşkuyla desteklediler.
Nitekim bu ülkeler, mevcut seçim demokrasisinin işleyişindeki önemli bir kusuru ortaya koymaktadır.
Seçim demokrasisinin genelde bize sunulan süslenmiş imajı, herkesin bir siyasi parti kurup seçim arenasına girmek için herhangi bir konuyu gündeme getirebileceğini ve bu arenanın eşit bir rekabet ortamı oluşturduğunu; haliyle halkın gerçek endişelerinin seçim sonuçlarına yansıyacağını iddia eder.
Ne var ki ekonomistlerin “piyasaya giriş engelleri” adlandırmasına benzer biçimde, seçim arenasına girişte mali kaynakların eşitsizliğinden kaynaklanan engeller, bu arenanın eşit bir rekabet ortamı sağlamadığını gösterir. Dolayısıyla, görünüşte iyi işleyen bir seçim demokrasisine sahip olmak ve aynı zamanda halkı tedirgin eden gerçek meseleleri ele almamak son derece mümkündür.
Seçim sisteminin görünürde sorunsuz işlemesine rağmen, halk arasında var olan yoğun barış arzusunun seçim sonuçlarında tamamen göz ardı edildiği Batı demokrasilerinde şu anda yaşanan tam olarak budur. Seçim sisteminin işleyişinin, halkın yabancı askerlerin varlığından kurtulma yönündeki yoğun arzusunu hiçbir zaman ön plana çıkarmadığı Batı Afrika demokrasilerini karakterize eden de tam olarak budur.
Ancak son zamanlarda, her biri iktidarı yeni ele geçirmiş askeri liderler tarafından yönetilen Nijer, Mali ve Burkina Faso; Fransız birliklerinin ülkelerini terk etmesini istedi. İslamcı militanlarla mücadele konusuna ise, en azından Mali, artık büyük ölçüde Rusya devletiyle entegre olmuş olan Rus Wagner Grubu’na güveniyor. Aynı zamanda bu üç ülke; Burkina Faso, Mali ve Nijer Temmuz 2024’te bir araya gelerek Sahel Devletleri İttifakı adında bir birlik oluşturdular. Bu üç rejim de Thomas Sankara gibi pan-Afrikanizm ve anti-emperyalizme bağlı.
Burkina Faso şimdi de anti-emperyalist konumunu bir adım öteye taşıyarak, daha önce İngiliz Endeavour Mining şirketine ait olan iki altın madenini kamulaştırdı. Burkina Faso’nun dünyanın en büyük 13. altın üreticisi olduğu ve yıllık altın üretiminin 100 ton ya da mevcut dünya fiyatlarıyla yaklaşık 6 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.
Altın, tamamen Avrupalı veya Kuzey Amerikalı şirketler aracılığıyla üretiliyor ve bu şirketler altını ülke dışında rafine ederken üretim değerinin çoğunu elinde tutuyor. Bundan dolayı, bu kadar yüksek altın üretimine rağmen Burkina Faso’nun 2022 yılındaki Gayri Safi Milli Hasılası sadece 19.37 milyar dolardı.
Mevcut İbrahim Traore hükümeti sadece altın üretimini tamamen kamulaştırmaya değil, aynı zamanda ilk kez yerel bir altın rafinerisi kurmaya da karar verdi. Ekonomi için sadece 2 milyar dolarlık bir ek değer elde edilse dahi, bu ekstra miktar ülkenin Gayri Safi Milli Hasılasının yüzde 10’undan fazlasına tekabül etmektedir ki bu da eğitim, sağlık ve halka yönelik diğer temel hizmetlere yönelik ek hükümet harcamalarını finanse etmek için kullanılabilir.
Ünlü ekonomist Joan Robinson’un uzun zaman önce vurguladığı gibi, tüm farklı dış yatırım türleri arasında, bir ülkenin maden kaynaklarını çıkarmak için kullanılanlar açık ara en kötüsüdür. Ya da başka bir deyişle, bir ülke her zaman maden kaynaklarını çok uluslu şirketler yerine kendi kamu sektörü aracılığıyla işlemelidir.
Bunun nedeni, madenlerin tükenebilir kaynaklar olmasıdır; ve maden kaynağının değerinin büyük bir kısmı ülkenin maliyesine geri dönmedikçe, ve bu arada ekonomisi madenlerden sağlanan girdiyle uygun bir şekilde çeşitlendirilmedikçe, kaynak tükendiğinde ülke ortada kalacaktır.
Bu durum başka yerlerde yaşandı. Örneğin Myanmar’ı ele alalım. Ülkedeki petrolün çıkarılması neticesinde, çok uluslu petrol şirketlerinin de süreç içerisinde çok büyük karlar elde ettiği, geçici bir canlanma dönemi yaşandı. Ülkenin petrol rezervlerinin tükenmesiyle çok uluslu şirketler bavullarını toplayıp gitti ve elde edilen karlar ekonomiyi çeşitlendirmek için kullanılmadığından (petrol geliştirme kamu sektöründe olsaydı bu uğurda kullanılabilirdi) Myanmar sıfır noktasına geri döndü. Bugün Myanmar Birleşmiş Milletler’in “En Az Gelişmiş Ülkeler” olarak adlandırdığı ülkelerin arasında sayılıyor.
Bu nedenle bir ülke her zaman mineral ve diğer tükenebilir kaynakları üzerinde mülkiyet ve kontrole sahip olmalı ve bunları kamu sektörü aracılığıyla kendi başına işlemelidir; Burkina Faso’nun bu temel ilkeyi kabul etmesi büyük bir ilerleme teşkil etmektedir.
Elbette emperyalizmin bu hedefin gerçekleşmesinin önüne koyacağı muazzam engelleri küçümsememek gerek. Kendi doğal kaynakları üzerinde kontrol sahibi olmaya çalışan Üçüncü Dünya rejimlerinin emperyalistlerce istikrarsızlaştırılmasının, İran’da Musaddık hükümetinin devrilmesiyle başlayan uzun bir tarihi vardır.
Ve emperyalizm, tüm bu kurnazlıklara rağmen Üçüncü Dünya’nın maden kaynakları üzerindeki münhasır kontrolünü kaybedince; Üçüncü Dünya’yı, temel amacı kamu sektörünü geriletmek ve Batılı çok uluslu şirketlere doğal kaynaklar üzerindeki kontrolü yeniden kazandırmak olan neoliberal düzenin içine hapsetti.
Dolayısıyla neoliberal düzenin çarpıklığının ve bununla birlikte doğal kaynaklar üzerinde ulusal kontrol ihtiyacının Batı Afrika tarafından anlaşılmış olması büyük önem taşımaktadır.
Hindistan’da ülkenin doğal kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek için verilen başarılı mücadele, belki de siyasi dekolonizasyon mücadelesinden bile daha zorlu bir “ekonomik dekolonizasyon” mücadelesiydi.
Bugun Hindistan’da, Sovyetler Birliğinin yardımı sayesinde başarılı olan bu mücadelenin kazanımlarından neoliberalizmi benimseyerek vazgeçiyoruz. Batı Afrika’nın çabası, Hindistan’ı, doğal kaynaklar alanında bile kamu sektörünü geriletmeye yönelik mevcut politikasını ciddi bir şekilde gözden geçirmeye sevk etmelidir.
Bu alandaki yerli özel sektör, çok uluslu şirketlerden pek de farklı değil; ikisi de tam olarak aynı kusurlardan muzdarip. Bu tür ulusal kaynakların işlenmesi için kamu sektörüne alternatif yok.
Kaynak:
West Africa’s Resistance against Imperialism | Peoples Democracy