(“Barikatın Hangi Tarafındasınız?” başlıklı yazının https://teorivepolitika1.net/2024/10/07/barikatin-hangi-tarafindasiniz/ devamı olarak okunması dileğiyle…)
Kürdistan Özgürlük Hareketi, Gazze simgesinde somutlanan dünya ölçekli barikatın beri tarafında yer almıyor ve karşı tarafında olmaya da direniyor.
Gazze’deki savaşçının, kendi mücadelesiyle Venezüella, Çin ve Rusya’daki gelişmeler arasında bağlantı kurmakta zorlanmayacağı açık, buna karşılık Kürdistan’daki savaşçı için tablonun bu kadar yalın olmadığı nesnel bir gerçektir. Ancak Kürt Hareketinin tutumu, bu nesnellik ile örtüşen ya da örtüşmeyen boyutlar taşıyor.
Kürt Hareketi, bütün dünya ezilenlerini ve devletlerini bir kez daha sarsarak boydan boya bölen Gazze ayıracında, “üçüncü yol” politikası izlediğini ilan etti. Ona göre, olanlar iki gericilik arasında bir kapışmaydı ve bunlardan herhangi birinin yanında olmak gerekmiyordu.
İçinde olduğumuz günlerde Türkiye’de iktidar tarafından Kürt Hareketiyle yeni bir ilişki sürecinin başlangıç işaretleri olarak ilan edilen gelişmenin, Kürt Hareketinin bölgede Türkiye ile birlikte olmasının olanaklarını yoklayan bir yönü olduğu değerlendirilebilir. Henüz ilk işaretlerini izlediğimiz bu durumun Kürt Hareketinin devrimci konumuna nasıl yansıyacağı belirsiz. Ancak, bölgedeki verili koşullar bağlamında ele alındığında böyle bir “ilişki”nin ağırlık eksenini Türkiye’nin oluşturacağını öngörmek kötümser bir ihtiyatlılık değil yapısalın teslim edilmesi olacaktır. Kürt Hareketi, muhtemelen, tarihinde birçok örnekte yapageldiği üzere, ancak Türkiye’nin kontrol edemediği ve tabi olduğu bir kriz ortamında devrimci kazanımlar devşirebilecektir. Aksi durumda, Kürt Hareketi bu ara dönemi en iyi ihtimalle bir soluklanma ve hazırlık fırsatı olarak değerlendirebilecektir.
*
Aşağıdaki satırlarda, Kürt Hareketinin ilan ettiği ayrımın bu özgül süreçte geçerliliği, yani mücadelenin ikisi de gerici olan taraflar arasında mı cereyan ettiği, dolayısıyla bu devrimci hareketin gerçekten üçüncü yolu mu izlediği, eğer izliyorsa bu doğrultuda bir konum alışın olanağı ve başarısı tartışılmaktadır.
Kürt Hareketinin bastığı toprak
Kendi can alıcı yükümlülükleriyle uğraşan hiçbir somut hareketin, soyut ya da somut dünyanın olanca yükünü omuzlarına alması beklenemez. Kendi özgül yoluna boylu boyunca girememiş, yani sırtında yumurta küfesi taşımama “özgürlüğü”nü yaşayan birtakım eğilimlerin somut hareket tarzlarını başka gerçek güçlere destek olmakta bulan −olumsuz anlamda− kozmopolitizmi ya da −olumlu anlamda− enternasyonalizminin bir koşulu budur: Kendi toprağına ayağını sağlamca basmamış olmak. Ayşenur Ezgi Eygilerin yüce ve soylu pratiğinin paradoksal olarak ancak böyle bir yoksunluk üzerinde yükseldiği görülmek durumundadır.
Buna karşılık, ancak kendi bulunduğu alanda güç biriktirmek ve düşmanına karşı kudret kazanmakla canhıraş bir şekilde uğraşan bir devrimci ezilen hareketi için gereğinden fazla büyük ve soyut bir gerçeklik olsa da, dünyayı, kendi egemenlik alanı olarak somut bir birim şeklinde gören büyük düşman güçler her zaman mevcut olmuştur. Bu gerçek, her bir ezilen devrimciliğinin zorunlu olarak bir dünya yaklaşımı geliştirme, dünyasal bakış açısı oluşturma ve dünya güçler dengesini gözetme yükümlülüğü olduğu anlamına geliyor. Biz yapamasak da, −genel olarak düşmanımız olan− yapabilenler bize nesnenin bütünlüğünü birtakım yollarla dayatıyor çünkü.
Bu bağlamda, kendi özgül biriminde can yakıcı bir mücadele süreci içinde olan KürtHareketinin 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı ile birlikte operasyonel ve acil bir konum almasını beklemenin gerçek karşılığı olamazdı. Beklenecek olan, bölgenin bu büyük devrimci hareketinin çarpıcı yeni gelişme karşısında gerçekçi bir teşhis ve özgül devrimci konumuna uygun bir bakış açısı geliştirmesiydi.
Ancak bunlar olmadı ve Kürdistan Hareketi, 7 Ekim ile birlikte tamamen yanlış bir başlangıç yaptı. “Yanlış” gibi dış bir gücün doğru tayin etmesi mahiyetinde olan bir terimi kullanabiliyoruz, zira Hareketin sözcülerine göre, 7 Ekim Türkiye tarafından yaptırılmıştı!
Enerji ve ticaret hatlarının kendi topraklarını bypass etmesini engellemek için Türkiye’nin HAMAS’ı böyle bir eyleme sevk ettiğini yazdı Kürdistan devrimcileri: “Daha önce saldırı için DAİŞ’i Kobanê’ye nasıl yönlendirdilerse Hamas’ı da aynı şekilde Yahudi köylerine yönlendirdiler. Temelde Türk devleti bu saldırının arkasındadır. İran’ı bu saldırıya ikna eden, Türk devletidir.”[1]
Bu sözler, Aksa Tufanının üstünden üç mevsim geçtikten sonra söylendi ve daha önce de iki devrimci yönetici benzer sözler etmişti. Yani, bu sözlerin, hareketin yönetiminin genel görüşlerini yansıttığına ilişkin kuşku yok.
Bu sözlerde, Kürt Hareketinin meseleye ilişkin tartışılması gereken karmaşık çoklu başlıkları yansıyor. Bize göre, 7 Ekim ile başlayan konjonktürde, bölgenin bu büyük devrimci hareketi, devrimci konumuna uygun bir teşhis, anlayış ve taktik tutum geliştiremedi.
‘Temel referans’a bakış
Meseleyi tartışmaya, Öcalan’ın, 2015 civarında yaptığı değerlendirmelerin, yakın zamanlarda Kürt Hareketi medya organlarında yayınlanan bölümündeki kısmını izleyerek başlayacağız.[2] Bu yolu izleyerek, Hareketin kendi temel kaynaklarını karşılaştırma ve dışarıdaki birtakım olgusal gerçekleri, yoruma mümkün mertebe az başvurarak, ele alma olanağı bulacağız.
ABD ve İsrail-Türkiye
Söz konusu değerlendirmesinde Öcalan, öncelikle, kendisine yönelik 1998’in sonlarında başlayan işlemin “NATO’nun en büyük Gladio operasyonu” olduğunu saptıyor. Öcalan, 1998 Ekim’inde Suriye’den çıkarılmasıyla başlayan ve Şubat 99’da Türkiye’ye teslim edilmesiyle sona eren baş döndürücü aylar geçirmişti. Nitekim, o, bu sürecin aktörünün ABD ve İsrail olduğunu yıllar boyu defalarca dile getirdi.
O, ardından, İsrail’in varlığını değerlendiriyor: “İngiltere-ABD hegemonyası dünyada neyse, bölgenin yeni hegemonik gücü olan İsrail de Ortadoğu için odur. İsrail küçük bir Yahudi ulus-devleti değildir sadece, aynı zamanda büyük bir hegemonik güçtür.” Devam ediyor: “İsrail’i hegemonik çekirdek olarak kavramadıkça, Ortadoğu ulus-devlet dengesinin veya dengesizliğinin nasıl kurgulandığını ve tesis edildiğini de kavrayamayız. Bu saptamanın en açık kanıtlayıcı unsuru Kürt sorunu ve Kürdistan’ın parçalanmasıdır.”
Ona göre, İsrail, bölgeyi anlamak için bir anahtar niteliğindedir; nitekim bu tarihsel süreç ancak İsrail’i merkeze alarak anlaşılabilir: “Birinci Dünya Savaşından sonra yenik Osmanlı İmparatorluğu’ndan minimal Proto-İsrail olarak bir Türk ulus-devleti, İkinci Dünya Savaşından sonra gerçek İsrail Devleti ve ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ versiyonundan da İsrail Devletinin temel güvenlik aracı olarak Proto-İsrail Kürt ulus-devleti inşa edilmiş olmaktadır.” Değerlendirme gayet açık; Türkiye’yi ve Barzani yönetimini İsrail’in varlığı üzerinden yerli yerine oturtuyor.
Peki, bu gerçek karşısında kendi hareketini nereye koyuyor? İşte çarpıcı yanıtı: “1990 sonrasında PKK’nin karşısına kapitalist modernite hegemonik güçleri başta olmak üzere (ABD, AB güçleri, Japonya vb.), bölgedeki İsrail ve Türk ulus-devletince desteklenen Kürt ulus-devletçiği alternatif olarak dikilmek istenmiştir. 1990 sonrası PKK’ye yönelik NATO destekli Gladio savaşları bu gerçeği gayet açık doğrulamaktadır. […] 1990’lardan sonraki devrimci halk savaşı deneyimi hem Batılı hegemonik güçlerin, hem de bölgesel güç olan Türk ve İsrail ulus-devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrası Kürdistan politikalarını boşa çıkarmıştı.” Tekrar etmeye değer: Kürt Hareketi dünyanın egemeni güçlerin ve bölgedeki temsilcisi Türkiye ile İsrail’in politikasını boşa çıkarmıştır.
O, İsrail ile aynı “sistem içindeki” Türkiye’nin arasında birtakım çelişkiler olduğunu teslim ediyor ama bunun derinliğini şu sözlerle anlatıyor: “Çatışma görüntüsü danışıklı dövüştür, ama pay artırımına ilişkin çelişkileri gerçektir, ancak bunlar sistem içinde çözülebilecek çelişkilerdir.” Böylece, Türkiye ile İsrail’in aynı safta olduğu yapısal nitelikler bakımından pekiştiriliyor.
İki saftaki Kürtler
Öcalan, geleceği temsil eden Kürt Hareketi ile geride kalmış ulus-devlet perspektifinin temsilcisi KDP’yi temel izleği doğrultusunda ayırmakta ve bu bağlamda, bölgede iki ayrı ittifak oluştuğunu söylemektedir. İttifaklardan birini “Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin anti-Kürt ittifakı” olarak saptarken (buradaki “Kürt”te PKK de yer almaktadır), buna karşılık “ABD, AB, İsrail ve Kürtler bloğu”nun oluşmaya başladığını belirtmektedir. Buradaki “Kürtler” KDP’de temsil olunan Kürtlerdir. Nitekim, ayrımı büyük ve açık bir kesinlikle vurgulamaktadır: “Neredeyse Ortadoğu’yu temelinden dönüştürecek olan bu ittifak bloklarının her ikisinin de hedefinde PKK-KCK vardır.”[3]
Kürt Hareketinin temel referansı, Barzani’de temsil olunan Kürtlüğün niteliği konusunda tereddütsüzdür: “Barzani, Türk devletinin istediği gibi her şeyi yapsa da, son tahlilde İsrail’e bağlıdır. İsrail’in hedefleri, çıkarları, politikaları neyi gerektiriyorsa, ona göre hareket edecektir.” KDP’nin devlet hedefinin bile İsrail’in çıkarları doğrultusunda olduğu vurgulanmaktadır: “Barzani ve KDP ise ulus-devlet amaçlı hareket ediyorlar. Bunu da gerçekten Kürtler için değil, İsrail’in bölgesel stratejisi, stratejik çıkarları için yapmak istemektedir. İsrail, kendi stratejik amaçları ve güvenliği açısından, kendisine bağlı bir Kürt ulus devleti istemektedir.” “İsrail neyi isterse, neyi yapmak istiyorsa, Barzani de ona göre hareket edecektir.”
O, İsrail ile PKK’nin karşı saflarda yer aldığını, buna karşılık KDP’nin İsrail ile aynı saflarda yer almaktan öte, onun bağlısı olduğunu açık terimlerle ifade ediyor.
Arap-Kürt bağlaşımı
Bu ayrımda Arapların yeri ve Kürdistan Hareketinin Araplarla ilişkisi de açık ifadelerle belirtilmektedir.
Araplarla ilişkinin yaşamsallığını şöyle anlatıyor: “Barzani ve KDP, kendi iktidarcı, devletçi anlayışları ve amaçları nedeniyle, dar milliyetçilik yaparak Kürtleri, başta Araplarla olmak üzere bölge halklarıyla karşı karşıya getireceklerdir. Kürtlerin başına bu yönlü büyük felaketler getirebilir. Barzani siyaseti ve yaptıkları buna götürmektedir ve götürecektir. Kürtlerin, Araplarla savaşması ve çatışması değil, tam tersine Kürtlerin Araplarla stratejik ittifak geliştirmesi gerekmektedir.” Bu sözlerde, KDP’nin Araplarla ilişkisinin her koşulda geride bırakılması gerektiği kategorik olarak vurgulanmaktadır.
Ona göre, Kürt Hareketinin bu koşullardaki avantajı ulus-devlet çağının ilerisinde yer alması, geçen yüzyılda kalmış ulus-devlet anlayışını geride bırakmasıdır.
Suriye örneğinde Araplarla ilişki üzerinde tekrar duruyor: “Eğer Arap-Kürt savaşı çıkarsa, bununla Kürt özgürlük hareketinin, Kürt halkının ve mücadelesinin kaybedeceğini bilmek gerekiyor.” Sonra, bir kez daha ABD ile ilişkinin kritik niteliğine gelecektir. Suriye Kürtlerinin ABD ile ilişkisi üzerine şunları belirtiyor: “Amerika’nın amacı; Rojava’da Önderlik çizgimizi, Özgürlük Hareketini tasfiye etmek olacaktır. Barzani ve KDP çizgisini, Rojava’da hâkim hale getirmek isteyecektir. PYD’yi, KDP’lileştirmek amacıyla, hareket edecektir. Amerika; PYD’yi, KDP’leştiremezse, Barzani çizgisini hâkim hale getiremezse o zaman mümkün olduğunca, PYD’yi kontrolüne almak ve yönlendirmek isteyecektir.”
Böylece ABD ile aynı saflarda olunulmayacağı bir kez daha belirginleştirilmektedir.
Küresel perspektifin zorunluluğu
Öcalan, İsrail sorununun ve elbette bağlı sorunların, yerele gömülmüş bir yaklaşımla ele alınmasının gerçekçi olmadığını, çünkü bu sorunun “Ortadoğu” bir yana dünyasal boyutları olduğunu vurgulamaktadır: “Genelde Yahudi ve özelde İsrail sorunu çözülmeden ne Ortadoğu’da ne de dünyada toplumlar kendi sorunlarını çözebilir.” İsrail’in varlığının dünyanın egemenlik yapısına ne kadar bağlı olduğu daha nasıl anlatılsın.
O, böylece, İsrail’in bölgedeki ulus-devlet olarak varlığının çözümsüz ve süreğenleşmiş bir ur olarak varlığının, Kürtlerin bölgedeki nihai devrimci yöneliminin önündeki en büyük bir engel olduğunu, Türkiye’nin varlığını dahi İsrail’in varlığına bağlayarak, pekinlikle belirtmektedir.
Ulus-devlet ve Filistin
Fakat, o, ulus-devlet diye adlandırdığı sorunlu varoluş tarzının sadece karşı tarafta olmadığını, Filistin hareketinin de meseleyle bu şekilde ilişkilendiğini, böylece sorunun çözümüne değil çözülmemesine dönük bir yolda olduğunu söylemektedir. “Ulus-devlet perspektifli tüm yaklaşımların sorun çözen değil, ağırlaştıran özellikte olduklarına dair hiçbir örnek İsrail-Filistin örneği kadar öğretici değildir. İsrail-Filistin örneğinde iflas eden, kapitalist modernite ve onun ulus-devletçi paradigmasıdır.”
Öcalan, bu aşamada, sırf ulus-devlet bakış açısının Filistin hareketini getirdiği vahim duruma vurgu yaptıktan sonra, şu ağır saptamayı yapmaktadır: “Filistin kurtuluş hareketini, Filistin halkını; her güç, kendi amaçları ve çıkarları temelinde kullanmaktadır.”
Gerilemesi koşullarında Filistin hareketinin çeşitli güçler tarafından kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kullanıldığı yabana atılacak bir değerlendirme olamaz, ancak bunu gerçeğin tartısına vurmanın zorunluluğunda ısrar edeceğiz. Onun için, Filistin artık kaybedilmiş bir dava haline gelmiş ve tarihsel şansını yitirmiştir. Buna bağlı olarak şöyle diyor: “Filistin’de Mossad’ın FKÖ’yü zayıf düşürmek için kurdurduğu, mücadeleyle hiçbir ilgisi olmayan Hamas, bugün FKÖ’yü ve özellikle temel güç olan El Fetih’i tasfiyenin eşiğine kadar getirmiştir.”
Türkiye’nin safı
Öcalan’ın değerlendirmesinden Tayyip Erdoğan Türkiye’si de nasibini almaktadır: “Tayyip Erdoğan ve AKP, Filistin hareketini ve mücadelesini, kendi iktidarı, çıkarları, amaçları temelinde çok iyi bir şekilde kullanmaktadır.” İkiyüzlülüğü de gayet açıklıkla koymaktadır: “Bunu yapmak ve etkili olmak için de, İsrail’e yönelik sahte radikal söylemlerle çıkışlar yapmaktadır. Bununla da Filistin halkı, Arap halkları başta olmak üzere tüm Müslümanların, onu kendilerinin savunucusu, İslam’ın, Filistin’in kurtarıcısı ve önderi olarak kabul etmesini sağlamaya çalışmaktadır.” Türkiye’nin yapısal olarak hangi safta olduğunu saptadıktan sonra Erdoğan iktidarının Filistin’in mi İsrail’in mi dostu olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Erdoğan’ın Filistin’i savunur yollu çıkışlarının Kürt politikasına bağlı olduğunu söylüyor: “Sahte Filistin savunuculuğunun temel bir boyutu; Kürt halkına karşı ve Kürdistan’da yapmış olduklarının anlaşılmamasını sağlamak için, bir örtü, bir perde olarak kullanmasıdır.”
*
Öcalan’ın yaklaşımlarını, HAMAS’a ilişkin olanlar dışında tartışma konusu etmiyoruz. Zira bize göre, somut gerçeğe aykırı olduğu kesin olan tek husus bu. Onun bugün ne diyeceğini bilemeyiz ama “mücadeleyle hiç ilgisi olmayan”ın bugün düpedüz El Fetih liderliği olduğu, ve ne kadar varsa, mücadelenin başlıca yürütücüsünün HAMAS olduğu çıplak bir gerçektir. Öte yandan, −ortaya çıkışıyla ilgili savlara hiç girmeden− bugün HAMAS’ın İsrail’in karşısında bir can düşmanı olduğu da herhangi bir tartışmanın dışındadır. Bunun dışında, Öcalan’ın değerlendirmesi, gerçeği bir model bağlamında anlamaya yönelik güçlü bir örnek teşkil ediyor.
Peki onun bugün başka bir model kuracağı düşünülemez mi? Öcalan’ın, konjonktürle nasıl büyük bir maharetle teoriyi yeniden şekillendiren ve yeniden kuran tarzda ilişkilendiği göz önüne alınsa bile, söz konusu değerlendirmesindeki hangi temel kategorinin konjonktür bağlamlı teorik analiz ile gözden geçirilebileceğini sormak durumundayız. Temelden bir dönüşümün ancak öznenin dönüşümü pahasına olacağı düşünülebilir.
Kürt Hareketi yetkililerinin, 7 Ekim’den sonraki süreci Öcalan’ın yansıttığımız yaklaşımına aykırı bir modeli izleyerek değerlendirdiğini, buna karşılık, sadece gerçeğin kendisi tarafından açıkça yanlışlanmış bir öğeyi izlediğini görüyoruz. Kürt Hareketi yönetimi, Öcalan’ın, Suriye iç savaşındaki tutumunun sıcaklığının yaşandığı günlerin etkisini gösteren HAMAS değerlendirmesini ileri götürmekte sakınca bulmuyor.
Bu sergilemeden sonra, Kürt Hareketine dünya çapında ortaya çıkan ve odağı Gazze olan saflaşma açısından bakışımızın dayanaklarını, a) ilk olarak bu hareketin Önderinin yapısal olduğu yani konjonktürel olmadığı kuşkusuz değerlendirmeleri, b) ardından, bu hareketin tarihsel politik devrimci karakteri ve c) düşmanlarının onu konumlandırıcı gücü, ve d) son olarak bu hareketin yönetiminin söz konusu olay ve olgulara yaklaşımları oluşturmaktadır. Bize göre, en büyük sorun, hareketin mevcut yönetiminin ilk iki başlıca öğeye aykırı bir yönelimde olduğu tartışmasından önce, en azından ilk iki başlıca öğeyi yeterince izleyemediği gerçeğidir.
ABD ve Kürt Hareketi
Terimleri geniş anlamda kullanmak kaydıyla şu soruların yanıtlanması tayin edicidir: ABD Kürt Hareketinin düşmanı mıdır dostu mu? Karşı taraftan, ABD, Kürt Hareketini dostu mu kabul etmektedir düşmanı mı?
Öcalan’ın aktardığımız görüşlerine göre, operasyonel boyutları her zaman açık olmasa da ABD, plan ve projelerine en büyük engel gördüğü için Kürt Hareketini karşı saflarda kabul etmektedir.
Kürt Hareketi ABD’yi hiçbir zaman hedefine koymamıştır. Yapısal olarak, bu hareketin programatik hedeflerinin ancak orta eriminin olgunlaşma aşamalarında karşısına çıkabilecek bir güçtür ABD; bu aşamaya kadar Kürt Hareketinin karşısında başta Türkiye olmak üzere bölge devletlerinin olduğu açıktır. Dolayısıyla, devrimciliğinin kıstası olarak Kürt Hareketinde eylemsel ABD karşıtlığı aramanın politik karşılığı yoktur.
ABD’nin Kürt Hareketine yaklaşımının yapısal sonucu niteliğindeki bir örneği, Öcalan’ın bu ülke tarafından Türkiye’ye teslim edilmesi oluşturmaktadır. Kürt Hareketi için bu çok önemli bir tarihsel olaydır ve o aylarda ABD’nin Rusya ve İtalya nezdindeki somut girişimlerine ilişkin yeni yayınlar yapılmıştır Kürt medyasında. Öcalan’ın barındırılmaması için ABD Dışişleri Bakanının Rusya’ya bizzat müdahale ettiği, ABD Başkanının da şahsen İtalya Başbakanına telefon ettiği aktarılmaktadır. Hareket üstelik çeyrek yüzyıldır bu operasyonel süreçte İsrail’in önde gelen rolünü de kaydetmektedir.
Peki ABD bunu niye yapmıştır? Kürt Hareketinin önderi ile bazı yetkilileri arasında bu konuda bir yaklaşım farkı olduğu görülmektedir. Dünyayı dar ederek Öcalan’ı sonunda Türkiye’ye teslim etmekle ABD kendi hesapları doğrultusunda rasyonel bir iş mi yapmıştır, yoksa hata mı etmiştir?
Hareketin temsilcilerinden olduğu kabul edilebilecek bir yazarın ifadesiyle, “Belli ki Önder Apo’ya saldırı kararıyla ABD siyaseti çok büyük bir haksızlık ve hata yapmıştır. Bugün Ortadoğu’da yaşanan çıkmaz da bunun ürünüdür. Bundan ABD’nin de faydası olduğu düşünülemez.”[4]
Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmekle ABD’nin hata etmediğini söylemek, Kürt Hareketinin bu emperyalist ülke tarafından bir tehlike olarak görüldüğünü ifade etmektir ve bu faktör, Kürt Hareketinin bugünkü dünya barikatının beri tarafında yer alması için temel bir gerekçedir. Ancak eğer ABD kendi politikası bakımından hatalı davranmışsa, bu, Kürt Hareketinin safını değiştirebilecek bir etmendir. Gerçek hangisidir? Bu sorunun yanıtı Kürt Hareketine aittir.
Biz, Kürt Hareketinin Gazze adıyla andığımız konjonktüre devrimci konumlarını koruyarak girememesinin düğümlerinden birinin bu husus olduğu kanısındayız. Ya da en azından bu husus, söz konusu yanlışlığın tam bir belirtisidir.
Hata eden ABD değildir; hata, ABD’nin hangi safta neden yer aldığını açıklayamayan, bu devletin niteliğini bölgenin karmaşık denklemine yerleştiremeyen Kürt Hareketi temsilcilerine aittir. Bunun temel bir anlayış sorunu olduğunu sanıyoruz.
Dost ABD’nin zaman zaman dostluğa aykırı davranışlar sergilemiş olabileceğini kabul etmek ile, ABD’yi operasyonel olmasa da karşı safta saymak ve karşı saftayken zaman zaman yan yana gelişler olabileceğini öngörmek arasındaki ayrım pratikte her zaman olmasa da zihinde gayet açık olmalıdır. Velev ki bu zihinsel gerçek bilinçli bir tutumla ilan edilmeden belirsiz bırakılsın.
Türkiye ve HAMAS
Filistin hareketi ile Kürdistan Hareketinin operasyonel ve programatik düşmanlarının başka güçler olduğu açık. Biri İsrail öteki Türkiye −başka ülkeleri saymaya bu bağlamda gerek yok. İçinde bulunduğumuz yıllarda ve özellikle 7 Ekim’den bu yana, Filistin’de yürütülen mücadelenin başlıca öznesinin HAMAS olduğu tartışmasız gerçektir. FHKC dahil öteki Filistinli örgütlerin tamamı için HAMAS, aynı cephenin önde gelen bir üyesi konumundadır. Mahmut Abbas liderliğindeki ölgün El Fetih’i ve Filistin Yönetimi denilen tükenmiş varlığı Filistin hareketinin temsilcisi kabul etmek ancak sevimsiz bir diplomatik gerek olabilir.
Öte yandan, HAMAS’ın, “Arap baharı” denilen ve ABD emperyalizminin operasyonu için vesile olan gelişmelerde yer aldığı safı geçen yıllarda değiştirdiği pek açık bir gerçektir. Bu yıllarda HAMAS, Erdoğan yönetimindeki Türkiye ile önemli denebilecek birtakım temaslar içindeydi. Ancak bu örgütün Türkiye ile ilişkileri hiçbir zaman bölgenin iki en büyük karşı-devrimci ülkesinden biri olan bu ülkenin Suriye’deki beslemesi örgütlerle ilişkisi tarzında olmadı, böyle olmaya da hiçbir zaman yaklaşmadı. HAMAS, Suriye iç savaşında hiçbir zaman sahada yer almamasına karşın bu yıllar boyunca Hizbullah’la karşı saflarda yer alıyordu. HAMAS’ın artık “Direniş ekseni” safında olduğu ve bir yılı aşkın süredir bu safın en önünde mücadele ettiği ortadadır. Ne olursa olsun, HAMAS ile Türkiye −Türkiye’nin yüksek seslerini ciddiye almak gerekmiyorsa− aynı saflarda yer almıyor. Bağlaşıkları Hizbullah ve İran olan bir HAMAS’tan söz ediyoruz.
Türkiye’nin bu tablodaki yerini Kürt Hareketinin bir yetkilisi, 23 Ekim tarihli şu sözlerle ifade ediyor: “Hiç kimse bir saldırıda, savaşta, İsrail ile İran arasındaki bir çatışmada, Türkiye’nin İran’ın yanında yer alacağını düşünmesin. Türkiye her gün yatıyor, kalkıyor. Ben NATO müttefikiyim diyerek hareket ediyor. Bütün öfkesi de zaten niye daha fazla rol verilmediği üzerinedir.”[5]
Düşmanlarının Kürt Hareketini konumlandırıcı gücünden söz etmiştik. Böylece, ABD’nin yanılttığı Kürt Hareketini Türkiye gibi bir düşmanın varlığı yerli yerine oturtuyor.
Bunlara karşılık, farklı saflarda olmalarına karşın HAMAS ile Türkiye’nin ilişkisi bugün de var. Kürt Hareketinin ABD ve İsrail ile ilişkisi nasıl bir ilke sorunu olamazsa, HAMAS’ın Türkiye ile ilişkisi de herhangi bir ilkeye konu edilemez. Ayrıca HAMAS’ın Türkiye ile ne bağlaşıklık ve ne de patronaj ilişkisi vardır.
Dolayısıyla, HAMAS’ın politik niteliğini bir an ihmal edersek, bu örgüt ile 7 Ekim harekâtını yaptıracak düzeyde bir ilişkisinin olması için, Türkiye’nin, Öcalan’ın saptadığı değil Doğu Perinçek’in savladığı türden bir ülke olması gerekiyor. Türkiye, birtakım çelişkilerine karşın İsrail ile birlikte ABD’nin lideri olduğu saftadır ve bu konumu böyle bir eylemle ilişkisini baştan olanaksızlaştırmaya yetecektir.
Bütün bunlara karşın, devrim davası bakımından tayin edici asıl halkayı anmak gerekecek. Filistin davası, bitmiş ve kendi özgül varlığını iptal etmiş bir manzara mı arz etmektedir? Bu soruya yanıt vermek için Ramallah’taki tükenmiş yönetimi esas almak neden gereksin? Ulusal davayı HAMAS ve öteki örgütlerin izlediği gibi temel bir önkabul hangi gerekçeyle ve hangi muhasebeyle iptal edilebilir?
Gerçek tam tersi değil midir? Bitmekte olan Filistin davası 7 Ekim Aksa Tufanıyla birlikte sokulmakta olduğu tabuttan hışımla fırlamıştır. Peki bu açık gerçeğe karşın, kendisi de son derece zor ve meşru bir ulusal davayı yürüten Kürt Hareketi neden ilgi göstermemiştir bu son derece çarpıcı diriliş harekâtına?
İşte burada, öteki etmenler yanında, ezilenin duyusal bir yoksunluğunun sonucu olan bir durumla karşı karşıyayız.
Ezilenin ezilenle sorunu
7 Ekim’le başlayan süreç, Kürt Hareketi ve Kürt yığınların geniş bir kesiminde kayıtsızlık ve tepkiyle karşılandı. Hatta kıdemli bir yönetici tarafından sarf edilen ve Hareketin bir yayınında yer alan şu dehşet verici değerlendirmeleri gördük:
“Hiçbir Arap devleti Hamas’a arka çıkmamış, sahiplenmemiştir. Hamas İsrail’e büyük darbe indirse de tek bir Arap devleti dahi ‘Hamas’ın yanındayız’ diyemedi. Bu devletlerin çoğu ilk hafta Hamas’ı protesto etti. ‘Sivillere yönelik bu katliamlara karşıyız’ dediler. Çünkü bunda bir oyun olduğunu biliyorlar. İsrail’e de bir şey söylemiyorlar. Sadece ‘Siviller ölmesin’ diyorlar. İsraillilerin kendisi de ‘Sivillerin öldürülmesini istemiyoruz’ diyor. Bu saldırıların sebebi Hamas’tır. Mesela İsrail bir binayı vurmadan önce ‘Burayı boşaltın,10 dakika içinde vuracağız’ diyor. Ayrıca ‘Onlara tahliye etmelerini söyledim ama Hamas izin vermiyor’ diyor.”[6]
Bu sözler, gerçeğe tümüyle aykırı savlar dile getiriliyor olmak yanında, öznel olarak, bir yerdeki ezilenin hareketine, bir başka yerdeki ezilen devrimcisinin ibretlik yaklaşım örneği olmak bakımından da çarpıcı.
Ezilenin birbiriyle çatışan iki önsel duyusundan söz edilebilir. Biri, kendi ezilmişliğini biricik indirgenemez olarak yaşamasıdır: başkasının yaşadığı nedir ki! Diğeri, kendi ezilmişliğini öteki ezilenle özdeşleştirmesi, özgeciliktir. Bu duyunun ikisi de her türlü bilişsel sürece ve etik boyuta öngelir. Ezilenin dar duyusu, bir yandan onu kendi varlığına gömerken, öte yandan kendi gerçek varlığına sağlamca dayanmasını koşullar. Kendi varlığına dayanmayan hiçbir hareketin somut bir kazanım hedefi olamaz. Ezilenin öteki duyusu ise yüzer gezer bir evrensellikle kudretsiz bir iyicillik olarak tecelli etmeye eğilimlidir. Evrenselleştirme somut özgüllüğü aşar ve yitirir, öte yandan ezilenlerin birliğine giden yol temellerinden birini bu duyuda bulur. Ancak, çatışan bu iki duyunun her birinde kalan bir ezilenin daha ileri gitme şansının olmadığını söyleyebiliriz.
Gazze örneğinde Kürt Hareketi, bir ezilen yapısallığı eseri olarak, ezilenin dar duyusundan ileri geçemedi. Kürt Hareketinin temsilcileri, Gazze’nin ezilme bakımından son derece ağır olduğu kuşkusuz gerçeğine mesafeli oldular ve ardından 7 Ekim ile sonrasını, tam da dar ezilen duyusuna yaraşır bir çözümlemeye tabi tuttular: Kürt isyan eder çünkü varlığına dönük bir saldırı söz konusudur, ama Gazzelinin yaptığı başkasının maşası olmaktır!
Kürt Hareketinin bu süreçte “sokaktaki Kürt” ile neredeyse tam boy örtüştüğü görüldü. İlk elde, geniş kitlelerle bu duyusal ortaklık her politik güç bakımından bulunmaz bir örnektir. Fakat bunun, bir an için Kürt yığınlar esas alınırsa, son derece riskli bir duyu ortaklığı olduğu açıklıkla gözüküyor. Kürt yığınların Filistin’e karşı olumsuz duyusu, onları tamamen efendilerin âlemiyle özdeşleşmeye götürüyor. Bir yandan, Arapların kendilerini sırtlarından hançerlediğini sayıklayan Türkler, öte yandan karanlık ve vahşi Araplara karşı uygar İsraillilerin yanında olan Batılılar.
Gazze’de tanık olunan her katliam görüntüsü geniş Kürt çevrelerde, sadece bir kıyas için ilgi konusu oldu. Türkiye de Kürtlere yapıyordu aynısını, hatta fazlasını!
Bu, dünya ölçüsünde ezilenlerin devrimci davası bakımından kısır bir döngüye girmektir. Acı yarıştırmak! Her ezilenin kendi acısını en derin tarzda yaşadığı bir veridir ve acı yarışına giren ezilen öteki ezilenin kurdu olmaya başlamıştır.
Oysa Kürt Hareketinin paradigması bölge ezilenlerini salt fiziksel varlık olarak değil ideo-kültürel olarak da kapsamaya dönüktür. Bu paradigma, “gerici Ortadoğu cangılı”nda Batı uygarlığının aydınlık temsilcileri temasını redde dayanan bir boyuta sahiptir. Kürt Hareketi, geride bıraktığımız bir yıl boyunca Kürt yığınlara bu bağlamda önderlik edemediği gibi onların duyusuyla uzlaştı.
Başta IŞİD’e karşı Kobane pratiğiyle, Kürt Hareketinin, “Batı uygarlığının karanlık Ortadoğu’daki aydınlık savaşçıları”nı temsil etmesi şeklinde bir romantizm boyutu olduğu gerçek, ancak mesele, hangi gerçeğin galebe çalacağıdır. Devletlerde temsil olunan Batı uygarlığının kendine hizmet ettikçe kara kedi ile ak kediyi hiçbir şekilde ayırmadığı vakidir. Buna karşılık, Batı uygarlığının demokratik eğilimlerinin Doğudaki dinamiklerle dayanışması için aklık ya da karalığın önemi olmadığını, İslami Gazze halkı ve örgütlerinin mücadelesine verilen yüce gönüllü destekten görüyoruz. Bu özdeşlik duyusu, dün haklı olarak Kobane dolayısıyla Kürt savaşçılarına dönükken, bugün haklı olarak Gazze savaşçılarına dönüktür.
Barikatla çelişen gerçek varlık
Gazze’nin oluşturduğu barikat kendi başına dünyasal bir gerçekliğe sahip ama dünyayı kendi varlığında devrimci olan ve olmayan olarak ikiye ayırmaya yetecek yoğunlukta değil. Kürt Hareketi ise, Gazze barikatıyla ancak kısmen örtüşen ve bazı bakımlardan çelişen bir ayrı özgül devrimcilik marjına sahip. Bunun devrimci bir alan olduğu gerçek ama eksik olduğu da aynı ölçüde gerçek. Hareketin devrimciliği sadece pratik bir devrimcilik olarak ele alınırsa söylenecek söz yok ama devrimciliğin ideolojik-politik boyutları varsa eksikliğin yapısal nitelikte olduğu açıktır. Kendi ulusal gerçeğine dayanması son derece meşru ve gerekli, ancak bu gerçeğe saplanmak Kürt Hareketini, çok eleştirdiği “dar-milliyetçiler”den biri yapmaya adaydır. “Paradigma”sının ne olduğunu bildiğimizi Kürt Hareketi, bölgede ezilenlere bu şekilde mi önderlik edecektir?
İdeolojik ve politik niteliğinden ayrı olarak, Kürt Hareketinin karşısında, nesnel olarak dünyasal barikata katılmaya iten, aynı zamanda devrimcileştirici iki büyük politik güç var. Bunlar Türkiye ve ABD’dir. ABD, dünyasal barikatın karşı tarafının lideridir; Türkiye’nin ise, arızi birtakım hususlara karşın, barikatın karşı tarafında yer aldığı yapısal bir sabitliktir. Kürt Hareketi, bu iki büyük politik gücün birbiriyle ve başka güçlerle ilişkilerinin yarattığı boşluk alanlarında hareket etmeyi başarıyla sürdürüyor. Buna bağlı olarak, Kürt Hareketinin ABD ile Türkiye’nin her ikisiyle birden operasyonel olarak karşı karşıya kalacağı konjonktürler yaşamsal sonuçlar doğurabilir. Ancak, bu iki ülkeyle aynı konjonktürde şu ya da bu şekilde uzlaşmanın da Kürt Hareketi için hayırlı sonuçlara vesile olamayacağını söyleyebiliriz. Devrimci Kürt Hareketi için yolun sonu ufukta gözükmüyor. Bu hareketin uzun ve karmaşık devrimci yolunun olanakları, bölgede istikrarsızlığın sürmesine, büyük ve orta ölçekli güçlerin çapraşık ilişkilerine önemli ölçüde bağlı görünüyor.
Filistin hareketinin ise Kürt Hareketinden farklı olarak hareket alanı son derece kısıtlı. Karşısında operasyonel olarak neredeyse tam uyumlu İsrail ve ABD var. Bu koşullarda Filistin hareketinin barikatın taraflarından birini seçmesi değil, barikatın bizatihi oluşturucu etmenlerinden biri olması gerçeğiyle Kürt Hareketinin gerçeği arasındaki farkı görmek durumundayız. Kemirile kemirile küçücük kalmış Filistin tüm dünyayı ayıran bir atılım yaptı. Bugün ezilenlerin dünyada yükselen sancağı Gazze’deki savaşçının elinde. Birbiriyle karmaşık büyük ve küçük çelişkileri olan devletlerle karmaşık ve çapraz ilişkiler yürütmek durumunda olan Kürt Hareketinden soyut hedefler ya da etik normlar uğruna birtakım beklentiler içinde olmak gerçeğin politikası olamaz. Sürekli akış fikri sabitlikleri varsaymadan boştur. Kürt Hareketinin bayrağına nakşettiği bir “niteliği” var ve bu nitelik, onu bir tutum almaya yükümlü ve ondan bir tutum talep etmeyi olanaklı kılar.
Kürt Hareketinin bu süreçte eylemli olarak yapacağı pek bir şey olmadığı açık; onun ne İsrail hedeflerine saldırması beklenir ne de her gün protesto bildirileri yayınlaması. Kürdistan Özgürlük Hareketinden Filistin’in savaşçısına kardeşçe bir işmar, sadece iyicil ezilen dayanışması göstergesi değil, ideo-politik paradigmasının niteliğinin tayin edici bir belirtisi ve jeo-politikayı da kapsayan devrimci politikanın somut bir gereğidir.
[1] Bahoz Erdal, “İsrail-Hamas Savaşının Perde Arkası ve Devrimci Görevlerimiz”, Serxwebun, Sayı 510, 1 Ağustos 2024. https://justpaste.it/f9avn
[2] https://firatnews.com/analIz/hegemonik-gucler-sistemsel-kaybedebilir-halklar-sistemsel-kazanabilirler-204075 (19 Ekim 2024)
[3] Burada kritik bir müdahale gerekiyor. Zira, konuşmaları dikte edenler şu sözü de söyletiyorlar: “Bölgede büyük sonuçları olacak İsrail-Irak Kürt yönetimi-KCK bloklaşması beklenebilir…” Yazının bağlamına kesinlikle aykırı bu ifadenin çok önemli bir redaksiyon kazası olduğu anlaşılıyor.
[4] Selahattin Erdem, “Kürtler Clinton’dan Açıklama Bekliyor”, Yeni Özgür Politika, 16 Ekim 2024.
[5] https://firatnews.com/guncel/Onder-apo-nun-varligi-etrafinda-kenetlenelim-mucadele-edelim-kazanalim-204215 (23 Ekim 2024)
[6] Bahoz Erdal, “İsrail-Hamas Savaşının Perde Arkası ve Devrimci Görevlerimiz”, Serxwebun, Sayı 510, 1 Ağustos 2024. https://justpaste.it/f9avn