General Francisco Franco Madrid’i cephe saldırısı yoluyla ele geçiremiyordu ve bu nedenle şehri Cumhuriyetçi İspanya’nın geri kalan kısmına bağlayan yolun kesilmesi emrini verdi. Bunun üzerine Franco’nun sayısı 40 bini bulan ve savaş tecrübesi olan Fas birlikleriyle Mussolini’nin yolladığı bir İtalyan birliğinden oluşan askeri 11 Şubat 1937’de Jarama Nehri’ni geçti. Madrid’deki cumhuriyetçi birliklerin komutanı General José Miaja ilerleyen Franco güçlerinin durdurulması için içerisinde Dimitrov Taburu ve Britanya Taburu’nun da bulunduğu üç Uluslararası Tugaylar birliğini Jarama’ya gönderdi. 12 Şubat sabahında Britanya Taburu Jarama Platosu’nu geçti ve Jarama Muharebesi’nden sonra ismi İntihar Tepesi olacak olan Casa Blanca Tepesi’nde konuşlandı. Franc Myles, “Jarama: Bir Harp Meydanını Hatırlamak”[1] adlı yazısında muharebenin gidişatını anlatır. Muharebe Franco birliklerinin batıdan hızla ilerlemesiyle başlar, birlikler hızla Jarama’dan geçerler ve yukarıdaki platoya doğru ilerlerler; temel amaçları platonun gerisinde kalan Valencia yolunu kesmektir. Cumhuriyetçilerin silahları ilkeldir, muharebe deneyimleri neredeyse yoktur (mesela bu yazının konusu olan Christopher Caudwell’in ilk muharebesidir bu), savaş alanının haritasına bile sahip değillerdir. Britanya Taburu’nun konuşlandığı bayırda birlikler için koruma sağladığı, kadar saldırıyı destekleyen Alman topçusu için kolay bir hedef de oluşturan küçük bir çiftlik evi vardır. Britanya Taburu gün ortasına kadar konumunu savunmayı başarmıştır fakat bu andan sonra Alman topçusunun desteğiyle beraber Faslılar hücuma geçer. Daha önce savaş görmüş tek bölük 1. Bölük’tür, kumandanı bir zamanlar IRA militanı olan Kit Conway’dir ve 12 Şubat onun öldüğü tarihtir. Akşam olduğunda İntihar Tepesi artık Franco güçlerinin elindedir ve tepeyi savunan 600 Britanyalı’dan yalnızca 225’i kurtulmuştur. Savaştan önce heykeltıraşlık yapan Jason Gurney İspanya’nın Kutsal Savaşı kitabında, muharebe sonrası durumu anlatır: “Varlığıyla yokluğu bir olan, unutulmuş bir sahra tıbbi yardım istasyonuna taşınmış bir grup yaralıyla karşılaştım. Hepsi dolu olan yaklaşık 50 sedye vardı, ama adamların birçoğu zaten ölmüştü ve geri kalanların çoğu da sabah olmadan ölecekti. Bunların çoğu topçu ateşi nedeniyle dehşet verici biçimde yaralanmışlardı ve kurtulma ihtimalleri pek azdı. Bunlar çok iyi tanıdığım adamlardı, bazılarını da yakından tanıyordum −18 yaşlarında ufak bir Yahudi çocuk sırt üstü yatıyor göbek deliğinden cinsel organlarına kadar bağırsakları açıkta, üzerinde sinekler uçuşuyor. Bilinci tamamiyle açıktı. Bayağı yakın olduğum bir başkası göğsünden aldığı dokuz kurşun yarası nedeniyle açıkça ölmek üzereydi. Benden elini tutmamı istedi ta ki eli avuçlarımda gevşediği ana dek, o zaman anlamıştım öldüğünü. Birini bırakıp ötekine gidiyordum ama tamamen güçsüzdüm. Kimse ağlamıyor ya da çığlık atmıyordu. Hepsi su istiyorlardı benden ama bende hiç su yoktu. Onların acısı karşısında dehşete kapıldım ve onlara yardım etmekteki acizliğim nedeniyle ruhumdan kalıcı olarak yaralandığımı hissettim.”
Büyük Marksist devrimci Christopher Caudwell henüz 29 yaşındayken 12 Şubat 1937’de İspanya İç Savaşı’nda Jarama Muharebesinde ilerlemekte olan Franco birliklerine karşı, İntihar Tepesi’nden geri çekilmekte olan Uluslararası Tugaylar’ın Britanya Taburu’ndaki yoldaşlarını korumak için geçtiği makineli tüfeğin başında can verdi, yoldaşı motorsiklet yarışçısı Clem Beckett ile beraber.
Graham Stevenson[2] Beckett’tan zamanının David Beckham’ı olarak söz eder. Caudwell ve Beckett’ın ölümleri aslında tarafların sahip oldukları silahlar bakımından ortaya çıkan eşitsizliğe işaret eder. Mesela Caudwell 24 Ocak’ta İspanya’dan yazdığı bir mektupta şöyle söylemektedir: “Buraya her gün yeni askerler gelmekte ve biz cepheye derli toplu, yüzde yüz eğitimli bir tabur olarak gitmeliyiz. Bir numaralı Bölükten daha iyi silahlar edinmeyi umuyoruz, onlar cepheye eski tüfeklerle gittiler ve akıbetleri epeyce kötü oldu. Ben bir makineli tüfeğin baş sorumlusuyum; oldukça kullanışlı bir silah ama oldukça modası geçmiş bir şey ve pek de güvenilir değil.” Biz şimdi biliyoruz ki Caudwell’in makineli tüfeği muharebenin gerçekleştiği günün büyük bölümünde sessiz kalmıştır, çünkü bu tüfeklere uygun mühimmat tedarik edilmemiştir. Franco’nun Faslı birlikleri ise yepyeni Alman makineli tüfeklerine ve topçu desteğine sahiptir.
Christopher Caudwell, 20 Ekim 1907’de güneybatı Londra’da Christopher St. John Sprigg olarak doğdu, 15’inde okulu bıraktı ve stajyer muhabir olarak gazetede işe başladı, kitap eleştirileri de yazıyordu. Caudwell 1925’te kardeşiyle beraber Airways isimli dergiyi çıkarmaya başladı, bu ilk havacılık dergisidir. Bu derginin çıkarılması dolayısıyla Caudwell’in uygulamalı bilimlere olan aşinalığı gelişmiştir. O pek çok farklı isimle havacılıkla ilgili eserler üzerine inceleme yazıları ve havacılıkla ilgili kitap yazmıştır.
Caudwell aynı zamanda şiirler ve polisiye romanlar da yazmaktaydı. Yedi polisiye romanı vardır. Bu romanlar dolayısıyla onun Marksist olmadan önce toplumsal adaletsizlik, militarizm ve sömürgecilikle ilgili duyduğu hoşnutsuzluğun farkına varabiliyoruz. Haziran 1935’te ilk Marksist çalışmasını vermiştir: ‘Şiir ve Matematik’, bu daha sonra onun Sanrı ve Gerçeklik olarak tanınacak eserinin erken bir versiyonudur. Aynı yıl İngiltere Komünist Partisi’ne katılır ve Türkçe’de de yayımlanmış olan Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler’i yazar.
İngiltere Komünist Partisi Eylül 1936’da sağlığı el veren herkesin Madrid’in müdafaasına katkıda bulunması çağrısını yapar. Bu sırada İtalya’da Mussolini iktidardaydı, Almanya’da ise Naziler. İngiltere’de kara gömleklilerin üye sayısı on binleri buluyordu. Caudwell bu sırada Uluslararası Tugaylar’a katılma kararını aldı.
Caudwell bir dahiydi, o yalnızca pek çok bilimsel disiplinle ilgili yetkinliğe sahip değildi, aynı zamanda çok kısa sürede diyalektik materyalizmi yaşama bakışının yöntemi olarak içselleştirmiş ve bu yolla burjuva edebiyatının, biliminin ve onlara içerilmiş olan ideolojinin kapsamlı bir eleştirisini meydana getirmişti. O, tüm Avrupa’da faşizmin yükseldiği iki dünya savaşı arasındaki dönemde üretmişti eserlerini. Ona göre burjuva kültürü ciddi biçimde hastaydı; sanatında, dininde, ekonomisinde ve etiğinde ihtilaflıydı ve Einstein’dan Freud’a çağdaş kültürün tanınmış önderlerinin yazılarından kötümserliğin ve kafa karışıklığının yüzlerce itirafı çıkarılabilirdi.
Caudwell bu durum içerisinde, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler başlıklı eserinde T. E. Lawrence’ı maceraperestliği dolayısıyla gittiği Arabistan topraklarında burjuva yaşamından kaçış gayreti dolayısıyla inceledi; H. G. Wells’i ise burjuva ütopyacılığı nedeniyle. Caudwell için burjuva yaşamının her alanı çökmekteydi ve bu nedenle burjuvazinin aşk, cinsellik ve aile anlayışı, burjuva özgürlüğü ve Freud dolayısıyla burjuva psikolojisi de Caudwell’in yazılarında eleştiri konusu oldu.
Onun Heredity and Development başlıklı eserinde biyolojiyi diyalektik bir yolla kavrama gayreti çarpıcıdır. Bir canlı organizmanın Darwin’in teorisi yoluyla mı, yani onun dışsal olana uyum sağlama deneyimi yoluyla mı yoksa onun genetik mirası yoluyla mı, yani Lamarckçı biçimde içsel bir yaşamsallık dolayısıyla mı belirleneceği sorusunun anlamsızlığını ele alır burada. Bu iki süreç, diyalektik bir ilişki içerisinde birbirlerini belirlemektedirler. Caudwell’in diyalektik materyalist kavrayışı, henüz günümüz evrimsel biyolojisinin bilimsel bulgularından önce haber vermektedir diyalektik kavrayışın bu bilimin daha fazla gelişmesi için mecburiyetini.
İspanya İç Savaşını Christopher Caudwell dolayısıyla ele alarak söylemek istediğim şudur: Caudwell’in teorisi ve pratiği birlik içindedir, bu onun gerçek bir Marksist-Leninist olmasına işaret eder en başta. Caudwell bir şey vazedip vazettiğinin dışında davranmaz. O, tüm eserlerinde burjuva öznelliğini itham etmiştir ve onun İspanya İç Savaşı’nda kendisini hiç tanımadığı, bilmediği insanlar için, sosyalist enternasyonalizm adına feda etmesi aslında burjuva öznelliğinin kaldırılmasının deneyimidir. Onun 29 yıllık yaşamında verdiği eserler dikkate alındığında, eğer hiç savaş tecrübesi olmadan gittiği savaşta hayatını kaybetmeseydi bize bırakmış olduğundan çok sayıda parlak eser bırakabileceğini anlayabiliriz. Ama o bir aydın olmanın öncesinde bir komünist devrimcidir ve olduğu gibi davranmıştır. O aslında baştan kaybedilmiş bir muharebede canını yoldaşları için feda ederek kendisini tüm bir devrimciler tarihinin bir öğesi olarak var etmiştir. Caudwell tarihsel materyalist tarih anlayışının bir momentidir: Kendisini devrimci bir geçmişin ve geleceğin infilak ettiği bir şimdide var etmiştir.
Biz de Caudwell’inkine benzer bir kriz döneminde yaşamaktayız. İçinde yaşadığımız zaman Caudwell’in Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler‘de yazdığı şu satırlarda anlattıklarından pek farklı değildir:
Nazizm bir barbarlık ve dehşet selinin taşkınına yol açıyor. Bundan sonra ne gelecek? Yığınsal silahlanma birikmekte olan bir katastrof gibi, kitlesel nevroz, uluslar kudurmuş köpekler gibi. Bunlar, nedenlerin farkında olmayan insanlar için kozmik, korkunç, keyfi görünüyor. Burjuvazi nasıl hâlâ özgür olduğu, kurtuluşun bireysellikte bulunacağı numarasını devam ettirebilir? Yalnızca kendisini daha kaba sanrılara bırakarak, sanatı, bilimi, duyguyu hatta yaşamın kendisini inkâr ederek. Burjuva kültürünün yaratısı olan hümanizm nihayet ondan ayrılıyor. Gökkubbenin altında kapitalizm kendisini örtecek bir bez parçası bulamaz vaziyette saçtığı dehşetin içinde duruyor. Hümanizm ya onu terk ederek, daha doğrusu onu kuvvetle bir kenara atarak proletaryanın saflarına geçmelidir ya da sessizce bir köşeye geçip kendi boğazını kesmelidir.
Bir devrimcinin, Caudwell’in yaşamından ve onun İspanya İç Savaşı’nda verdiği mücadeleden çıkaracakları vardır. İlk olarak bir devrimci, en temel öğesi şimdinin ve buradanın benliği olan bireyci burjuva ideolojisinden vazgeçmelidir. O, Selçuk Kozağaçlı’nın[3] söylediği gibi, sınıfların çatıştığı, Şeyh Bedreddin’le, Kalenderler’le, Celaliler’le, Spartakistler’le eş zamanlı olunan, zaman farkının olmadığı romantik bir zaman, bütün dövüşenlerin ve ölenlerin geri döndüğü yere geri dönmelidir. İkinci olarak enternasyonalizm bizim için vazgeçilmez olmalıdır. Hele bugün burjuvazi yaşadığımız ülkede ırkçılık yoluyla kapitalizmin krizi nedeniyle doğan tüm hoşnutsuzlukların sığınmacılara karşı öfkeye tercüme edilmesi için uygun bir alan bulmuşken enternasyonalizm daha da hayati bir kavram olmalıdır. Son olarak emperyalist devirde burjuvazinin kendi egemenliğine meydan okuyabilecek en önemsiz harekete saldırmak için kendi üretimi olanlar dahil olmak üzere herhangi bir ahlaki, psikolojik ya da ideolojik tasarımdan özgürleşerek, kontrolündeki şiddet aygıtlarını kullanarak harekete geçmekten çekinmeyeceği anlaşılmalıdır. Dolayısıyla devrimcinin bu düşmana karşı mücadelesinin büyük fedakârlıklar gerektireceğini, büyük zorluklar içereceğini kavraması ve düşman karşısındaki ahlaki tutumunu gözden geçirmesi zorunludur. Aksi takdirde Walter Benjamin’in dediği gibi düşman zafer kazanmaya devam edecektir ve o zaman ölülerimiz bile huzur bulmayacaktır.
[1] https://ipmag.ie/media/newsletter/Newsletter2009FINAL.pdf
[2] https://grahamstevenson.me.uk/2008/09/19/clem-beckett/
[3] https://www.youtube.com/watch?v=oeryDDuvMkw