Barikatın Hangi Tarafındasınız?

1015

Filistin, Lübnan, İran, Rusya, Çin, Kore, Küba, Venezüella…

Gazze’de yoğunlaşarak bir sinir düğümü gibi beliren gerçek, dünyada, merkezini bir yıldır Gazze’nin oluşturduğu bir barikatın varlığını gösteriyor.

Gazze, dünyanın eksenini tayin eden bir düğüm noktasıdır bugün. Bu küçücük bölgenin çok büyük etkisini hesaba katmayan ve kendini ona göre konumlandırmayan bir devrimci öznenin dünyanın geleceğinde yerinin esasen barikatın karşı tarafının insaf ve iradesine kalmış olduğunu ileri sürme gücünü buluyoruz. Gazze’nin belirleyici gücünün birtakım yerel dinamiklere göreli zararı olabileceği gözardı edilemez. Ancak her şeyin bir bedelinin olduğu ve Gazze ayıracının karşı tarafında yer almanın bedelinin geri dönüşsüz boyutlar taşıdığını belirtme gereği duyulmaktadır.

Türkiye solu Gazze barikatında

Türkiye sol hareketine mensup örgüt ve grupların büyük çoğunluğu geçen yıl 7 Ekim’den itibaren birtakım tereddütlerden sonra Gazze barikatının ardında net bir tutumla durdu. “Armudun sapı üzümün çöpü” demeden bunu çok değerli buluyoruz ve sol hareketin temel bir tutamak noktası olarak kaydediyoruz. Türkiye solunun devrimcileri ve reformistleri, ulusalcıları ve birçok liberaliyle sosyal şovenlerinin dahi önemli bir kısmı, Gazze örneğinde barikatın ardında yerini aldı. Gelişmelerin Lübnan’a, Hizbullah’a doğru yönelmesiyle belli belirsiz bir tereddüt yaşandığı izlenimi edinildi ama kısa sürede Hizbullah’a ilişkin tutum da Gazze’de HAMAS’a ilişkin tutum mertebesine ulaştı.

Üstelik, son derece zayıflamış sol hareketin, AKP iktidarından bunalmış ve genellikle “gerici” İslama soğuk, “laik ve modern” İsrail’e yakın bir kültürel havayı soluyan insan rezervlerine karşın oldu bu gelişme.

Bu konuda öne çıkan ve dikkat çeken TKP oldu. TKP, kendisi tarafından temsil edildiği kabul edilecek Aydınlanmacılık, ilerlemecilik gibi temaların ötesine geçti ve İslamcı HAMAS ile Hizbullah’ın ideolojik-politik niteliklerinin kendi mücadele alanlarının gerçeği olduğunu ve bunu sorun etmenin İsrail yanlılığı olduğunu söyledi. TKP, bir anlamda Türkiye solunun konuyla ilgili eşiğini yükseltti ve genel oydaşmayı kamuoyuna yansıttı. TKP’nin bu tutumuna karşın, pratik-politik olarak bu örgütten çok daha solda olan kimi kesimlerde “Hizbullah ve HAMAS’ın gericiliği”ne ilişkin kayıtlar varlığını hâlâ koruyor. Bu kesimler, argümanlarını Filistin ve Lübnan halkını esas almak üzerine kuruyor ve bu halkların politik askeri örgütlerini hesaba katmıyor. Bu yaklaşım tarzının sol hareketi kemiren ve artık açıktan çalışan bir zehir olduğunu göstermeye çalışacağız.

Bu hususlara karşın vurgu açıktır: Türkiye solu Aksa Tufanını izleyen bir yıl boyunca büyük çoğunluğuyla yerinde bir tutum sergiledi ve tutum giderek güçlendi. Biz burada, solun Gazze barikatı ardında net olarak durmasını bir tutamak olarak alacak ve sol hareketin mensuplarını, gidimli bir yaklaşımla, tutarlılığa çağıracağız.

İran

Fakat mesele HAMAS ile Hizbullah’ta kalmıyor. Bu hareketlerin, ideolojik ve politik değerlendirmeleri bir yana bırakalım, günlük operasyonel olarak İran’la bağlantılı olduğu çıplak gerçeği var. Ve sol hareketin Gazze ve Lübnan’da göğüs kabartıcı bir konum alan geniş mensuplarının sayısının, İran’ı barikatın safında görmek söz konusu olduğunda çarpıcı şekilde düştüğünü görüyoruz. Burada, derinde aramayı şimdilik bir yana bırakırsak, yüzeyde, görünende açık bir tutarsızlık olduğu gayet açık.

Kaderi birbirine bağlı bu üç özneden biri olan İran’ın HAMAS ve Hizbullah’tan başka bir özne türü olduğu ortada. Bir devletten bahsediyoruz. Egemen olduğu geniş ülkede halkının çeşitli kesimlerini her türlü yolla ezmekte bir an bile duraksamayan, politik muhalefete göz açtırmayan İran’daki mollalar devletinden söz ediyoruz. (HAMAS ve Hizbullah’ın bu konuya ilişkin sicilini ele almayı sonraya bırakıyoruz.) Mahsa Amini’den sonra katledilen yüzlerin anısı daha tazeyken İran’ı HAMAS ve Hizbullah’la aynı barikatın ardında saymanın zorluğu reddedilemez.

HAMAS ve Hizbullah bile en azından bazı kesimlerde önemli iç süreçlerden sonra savununun konusu olmuşken, ülkesindeki bir devrimciye yıkmak için mücadelenin düştüğünden kuşku olmayan İran’ın, Gazze-Lübnan barikatının açık operasyonel tamamlayıcısı ve fiili bileşeni olması, yani barikatın somut, açık ve gözden kaçırılamaz bir şekilde Filistin – Lübnan – İran hattında şekillenmesi Türkiye sol hareketinin büyük çoğunluğu açısından işleri zorlaştırdı.

Önce olgusal açıklığı vurgulayalım. İran ile HAMAS ve Hizbullah’ın giderek güçlenen şekilde aynı safın üyeleri olduğu, emperyalist kampın mızrak ucu Siyonist devletin bu güçleri birbirinden ayırmadan saldırdığı ortada. Hizbullah’ın füzeleri ile İran’ın füzeleri aynı hedefe yöneliyor ve İsrail karşıdaki tek düşmanın şu ya da bu cephesine saldırıyor.

Siyonist düşman ve içinde bulunduğu emperyalist kamp, bu üçlüyü ayırmak için türlü yollara başvuruyor. İran’ın Hizbullah ile HAMAS’tan uzaklaştırılması süren savaşın karşı cephesi için büyük başarı olacaktır.

Olgusal öteki açıklığı vurgulayalım. Sol hareketin büyük çoğunluğunun İran devletine karşı tepkisi ile düşman kampın hedefi örtüşmektedir. Barikatın karşı tarafının İran ile öteki ikisini ayırmayı şiddet marifetiyle zorladığı ortadayken, bunların birliğinin operasyonel bir hayatiyet taşıdığı açıkken, sol hareketin üyelerinin İran’ı ayırmaya gayret eden yaklaşımlarının nesnel işlevi hiç de hayırlı olmamaktadır.

Şu halde, ya çokçasının gayet tutarlı olarak yaptığı gibi, barikatın üçlüsünün tamamını “gerici İslam” diye bir yana bırakacak ve Gazze’de, Lübnan’da ve İran’da ezilen halkların yanındaki saf yerimizi ilan edeceğiz; ya da eğer bunu yapmıyorsak, barikatı oluşturan vazgeçilmez merkezi esas alarak, bu zorunlu olgusal barikatı içe sindirecek bir anlayış tarzı geliştireceğiz.

İlk seçeneğin, pratik olarak karşı tarafa geçmek anlamına geldiğini uzun uzadıya anlatmak gerekmediğini varsayıyoruz. İran’da ve / veya öteki iki yerde −devlet ve örgütlerden ayırarak− halkı savunan bir yaklaşımın ne barikat duyusu vardır ne de Siyonist düşman ve emperyalistlere karşı savaşma niyeti. İran’dan söz edildiğinde politik güç olarak şu anda devletten başka bir varlık yok; ve İran devletini iptal eden bir yaklaşım boşluğa konuşuyor demektir. (Gerçek koşullarda bu konuşma boşluğa değil düşmana seslenmiş oluyor.) Aynı şekilde, Lübnan’dan bahis, Lübnan devleti ve ordusundan bile değil adı ve sanıyla Hizbullah’tan bahis demektir. Gazze’nin halkının bu konuda yaklaşım sınırlarını zorladığını kabul ediyoruz, ama bu halkın da büyük meziyetlerine karşın örgütlü güçleri olmaksızın “somut bir güç” olamayacağını ifade etmeye gerek var mı? Gazze; halkını örgütleyen ve halktan ayrılamayacak HAMAS’tır, İslami Cihat’tır, FHKC’dir ve ötekilerdir. Gazze halkı ile örgütlerini bu anlamda ayıran her yaklaşım İsrail’in hesabına işlev görmektedir.

Öyleyse, zorunlu olarak ikinci seçeneğe yöneleceğiz. Yapacağımız, bir gerçeği kabul etmek, ve olanca güç ve etkimizi barikatın güçlendirilmesi için −zayıflatılmaması için− değerlendirmektir. Açık gerçek, İran devletinin bize danışmadan Hizbullah ve HAMAS ile aynı safta yer almasıdır. İran devletinin niteliği ne olursa olsun, ona ilişkin görüşümüz ne olursa olsun, yapmamız gereken, barikatın mensupları arasında yer almaktır.

İçinde bulunduğumuz konjonktürün açık ve keskin gerçeği, silahın varsa namlusunu İran devletine doğrultmanın barikatın karşı tarafına geçmek anlamına geldiğidir.

Rusya

Ancak sol hareketin çoğu mensubunun sorunu İran’la bitmeyecektir. Zira sırada Gazze’deki barikatla bağı olup olmadığına ilişkin tartışma gerektiren bir başka kriz odağı bulunuyor. Ukrayna’da süren NATO – Rusya savaşından söz ediyoruz. Ukrayna’daki ile Asya’nın batısında yaşananlar arasında önsel bir operasyonel bağ olduğunu ileri sürmüyoruz. Sadece bu iki bölgedeki gelişmelerin henüz operasyonel olmasa da bir bağı olduğunu ve bu bağın belirginleştirilerek geliştirilmesi gerektiğini söylüyoruz.

İki süreç arasındaki bağın ilk kanıtı her bir yerdeki barikatın karşı tarafında aynı büyük öznenin olduğu gerçeğidir. Ukrayna’daki savaşın Ukrayna ile Rusya arasında olduğunu ancak düşman tarafın propagandacıları ileri sürüyor. Nasıl, safını karıştırmak için birtakım hilelere başvuranlarla liberallerin ahmak türleri dışında kimse, Batı Asya’daki savaşın karşı tarafının İsrail adındaki Siyonist varlıktan ibaret olduğunu söyleyemezse, Ukrayna’daki savaşta Rusya’nın karşısındakinin de Ukrayna’daki iktidar olduğunu söyleyemez. Hatta bir kıyaslama yapılacaksa, İsrail’in özgül dinamiği kesinlikle Ukrayna’dan daha fazladır. Ukrayna’daki savaşın taraflarını saptamak için illa İsrail üniformalı güçlerin cephelerde fotoğraflanmasının gerekmediği açık olsa gerek. Filistin-Lübnan-Yemen-İran cephesinin karşı tarafında yer alan ABD’nin patronluğundaki geniş bir kamp, aynı güçlerle Rusya cephesinde de bulunuyor.

Peki Rusya Batı Asya’daki barikatta yer alıyor mu? Bunu göstermek barikatın karşı tarafını saptamak kadar kolay değil. Rusya’nın Batı Asya’daki varlığını ele alarak başlayalım. Rusya elbette Gazze, Lübnan ve İran’da bulunmuyor. Fakat, Rusya’nın Hizbullah ve İran ile Suriye topraklarında fiili işbirliği içinde olduğunu biliyoruz. Rusya, ayrıca İran’a savunma konusunda operasyonel yardımlar yapma sürecinde bulunuyor. Rusya ile İran arasında iki ülkenin üst düzey güvenlik yetkilileri arasında süren görüşmelerin Ekim ayının sonlarına doğru bir stratejik anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlanacağı belirtiliyor.[1] Buna, Rusya’nın stratejik ortağı Kore Demokratik Halk Cumhuriyetinin İran’a savunma yardımlarını ekleyelim.

Böylece, Rusya ile Batı Asya’daki saha güçleri belli belirsiz, savaş cephesi anlamına gelmeyen bir barikatın aynı tarafında yer almaktadır. Rusya, İran, Ensarullah Hareketi Yemen’i, Hizbullah Lübnan’ı, HAMAS, Baas Suriye’si…

Türkiye sol hareketinin çok az sayıda mensubu bu barikatın varlığını kabul etmekte ve dolayısıyla safını buna göre belirlemektedir. Gerçek olduğu açık olan bu ilişkinin varlığına bağlı bir politik konumlanışın gereği, ilgili bütün öznelerce mutabık olunan Gazze odağından uzaklaştıkça seyrelecek, dağılacak hatta ayrışarak çatışacaktır.

Fakat Türkiye sol hareketinin büyük çoğunluğunun paylaştığı, kaçınılmaz gerçeklerle yüzleşme sorunu burada da bitmeyecektir.

Çin ve Kuzey Kore

Bu kez karşımıza Asya’nın doğu tarafı ve açık denizleri çıkacaktır.

Çin Halk Cumhuriyeti; Tayvan, Tayvan Boğazı, Güney Çin Denizi gibi somut konular bahane edilerek açık bir kuşatmaya alınmaktadır. Kimler kuşatmaktadır Çin’i?

Batı Asya’daki barikatın karşısında kimler varsa, Doğu Avrupa’daki barikatın karşısında kimler varsa onlar. ABD’nin başını çektiği uluslararası güçlerin, Gazze’den Lübnan’a, oradan İran ve Rusya’ya uzanan hat boyunca oluşturduğu barikatın bir istasyonunu da bu coğrafyada inşa ettiğini dünya âlem biliyor.

Ama sol hareketin, devletlerle ilgilenmeyi, devletler gerçeğini kabul etmeyi ve devletleşmeyi reddeden “yatay politika”ya gömülmüş zihniyet sahipleri, Gazze’nin ezilerek öldürülmesi çabası ile Çin’in kuşatılması arasındaki, düşmanın açıkça ilan ettiği bağı görmekten, görüyorsa bu bağ ile politik olarak ilgilenmekten uzak duruyor. Ta Okyanus’un öte tarafındaki Washington’da kotarılan hesapla değil, Filipinler ile Çin arasındaki kıta sahanlığı ve deniz yetki alanları sorunlarıyla uğraşmayı yeğliyor sol hareketin çeşitli mensupları. Geçen yıllarda Hong Kong’daki İngiltere sömürge yönetiminin özgürlüklerini yaşama özlemiyle yapılan kitlesel gösterilere destek beyan etmeyi öncelikli görevleri sayan kimi sol hareketlerin politik ufku, Gazze ile Çin arasındaki bağı görmeye kapalı.

Çin’i kuşatmaya alan güçlerin Gazze ve Lübnan ile İran ve Rusya’da karşıdaki güçlerin aynısı olduğu olgusal olarak açıktır ve bu coğrafyada da İsrail üniformalıları görmeye herhalde gerek yoktur bağın kanıtlanması için.

Buna karşılık, Çin, barikatın elbette ayırdında. Filistin’in bütün örgütlerini geçen aylarda Pekin’de bir araya getiren ve Filistin ulusal birliğinin sağlanmasının gereğine vurgu yapan Çin’in neye öncelik verdiğini ve Batı Asya’daki barikata nasıl yaklaştığını saptayabiliyoruz böylece.

Barikatın Doğu Asya’daki öteki bileşeni Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’dir. Sol hareketin Gazze ve Lübnan’da kalakalan üyelerinin birçoğu için, “halkı açken kendisi tombul hanedan üyesi” Kim Jong-un’un totaliter ülkesi Kuzey Kore’nin bu barikatın atak bir üyesi olduğunu kabul etmek, bu ülkenin özellikle Rusya ve İran’la aktif savunma işbirliği söz konusu olduğunda, ret cephesi gücünü artıracaktır. Zira, sol hareketin mensuplarının çoğu denemese de hiç de azımsanamayacak sayıdaki üyeleri gözünde bir kötülük imgesidir “Diktatörlük altındaki Rusya, İran ve Kore halkları…” (Dar kafalılıkta daha ileride olanlar bu listeye “Erdoğan Türkiye’si”ni katarak meşruiyetlerini güçlendirmiş oluyor!)

Kuzey Kore, Çin’den farklı olarak barikattaki yerini açıkça ve yüksek sesle dile getiriyor.

Venezüella ve Küba

Barikatın küresel hattının bir ucunu da Latin denilen Amerika’da buluyoruz. Devrimin ülkesi Küba, henüz tertiplere ve askeri operasyonlara maruz kalmasa da, barikatın karşı tarafının güçlü ambargosunun etkisiyle ağır bir bunalım yaşıyor.

Bu bölgede barikatın karşı tarafının operasyonlarına, sol hareketin görece yaygın kesimlerince hoş görülebilecek birtakım özelliklere sahip Chavez’den sonra Maduro’nun birçok bakımdan yozlaşmış iktidarının hüküm sürdüğü Venezüella maruz kalıyor. Sol hareketin çok sayıda üyesinin karşısında ikili seçenek olarak, bu ülkede kitlelerin yaşadığı gerçek sıkıntıların ABD uşağı muhalefetle birlikte seslendirilmesi ile politikanın devrimci yolunu izlemek kalıyor. Seçenek kolay değildir; Venezüella’daki sol hareketler bu ülkedeki halk yığınlarının gerçek sorunları ve yozlaşmış iktidar ile ABD arasında seçim yapmak durumundadır.

Barikatın beri tarafının meşruiyeti

Sol hareketin çeşitli öznelerinin dünya ölçeğinde böyle bir ayrımın varlığını ya da oluşmakta olduğunu reddedeceğini sanmıyoruz. Ancak sol hareketin mensuplarının büyük bir çoğunluğunun bu barikatın işaret ettiğimiz saflarına girmeye esaslı itirazlar yükselteceğini biliyoruz.

Barikata katılmanın önündeki en büyük engellerden birini barikatın her iki yanının da saldırgan ve emperyalist olduğu tezi oluşturuyor. Barikatın ABD tarafının emperyalist ve saldırgan olduğuna, haksız olduğuna kuşku yok. Sol hareket için kritik sorun diğer tarafın niteliğidir.

Kimsenin Kore, Küba, Venezüella, İran, Suriye ve Çin gibi devletlerin saldırgan olduğunu ileri sürebileceğini sanmıyoruz. Bu konuda tek tartışma Rusya’ya ilişkindir. Sol hareketin büyük çoğunluğuna göre Ukrayna topraklarına giren Rusya saldırgan bir emperyalist ülkedir.

Gerçekten de, Rusya’nın Ukrayna topraklarını işgal etmesinin bir saldırı eylemi olduğu reddedilemez. Fakat hiçbir değerlendirmenin bu düzeyde kalması beklenemez. Aynı şekilde 7 Ekim 2023’te de Gazze’deki savaşçılar, güya İsrail’in toprağına saldırmış, bu ülkenin hukuki sınırlarını çiğnemiş ve halkını öldürmüştü. 7 Ekim’den başka bir şey görmeyen bir bakış açısından Aksa Tufanını saldırgan ve haksız bir eylem olarak değerlendirmek çok zor değildir. Rusya’nın Ukrayna’ya ilişkin yaptığının en azından ihtimal olarak böyle değerlendirilmesi neden mümkün olmasın. Rusya’nın NATO tarafından dar bir çemberle kuşatılmaya çalışıldığı, ardından gelecek hamlenin bu uçsuz bucaksız ülkenin parçalanması olduğu neden ihtimal dışı olsun.

Bu hususları ihtimal düzeyinde olsun reddedebilecek kimsenin olmayacağını kabul ediyor ve ilerliyoruz. Rusya, ilk çeyreğini geride bıraktığımız yüzyılın ilk yıllarından beri, sürekli olarak, ABD’nin başını çektiği Batı ittifakının Sovyetler Birliğinin çökmesi ve dağılmasıyla yetinmediğini, ve kararlı adımlarla kendi varlığına yöneldiğini ihtar edip durdu. Sonunda bu ülke toparlandı ve varlığını korumak için saldırdı. Rusya’nın saldırdığı varlığın bağımsız ve bağlantısız Ukrayna olduğu kaba güldürü cinsinden bir önerme olur ancak. Bu topraklar Rusya’ya karşı operasyon alanıydı ve Rusya NATO’nun kuşatma harekâtına yanıt verdi. Rusya’nın savaştığı güç NATO’dur ve Ukrayna ordusu vekil güç olarak yerini almıştır. Eğer Rusya sadece ve kesin olarak Ukrayna ile savaşıyorsa saldırgan ve haksız olacağını önsel olarak söyleyebiliriz ve bu ilk aşamadan sonra sonsal değerlendirmeye geçebiliriz. Fakat burada oyalanmaya gerek yok; Rusya’nın savaştığı NATO’dur ve bu savaşın taraflarının hangisinin saldırgan ve haksız olduğunu tartışmaya, İsrail’in varlık ve niteliğini tartışmaya gerek olmadığı türden gerek yoktur.

Bu jeo-politik düzlemde kalmak kaydıyla, Çin’in saldırgan olduğuna ilişkin en küçük bir olgusal kanıt yoktur. Bugün Çin’e karşı atakta olan, bu ülkeyi en güçlü tehdit olarak saptayarak kıstırmaya çalışan ve bunu ilan eden, başını ABD’nin çektiği uluslararası kamp ve onlara bağlı NATO ile AUKUS gibi askeri örgütlerdir.

Peki Çin emperyalist midir? Soruyu, bu ülkenin salt ekonomik bakımdan emperyalist sayılıp sayılmayacağı tartışmasına yönelmeden, bir savaş çıkarmaya, askeri saldırganlıklar yapmaya dönük haliyle yanıtlamanın, içinde bulunduğumuz dünya konjonktüründeki politik yükümlülüklerimize en uygun tarz olduğunu önereceğiz. Emperyalist savaştan kastın ekonomik savaş değil, ekonomik paylaşım talebine dayanan askeri savaş olduğunu hesaba katmak zorundayız. Çin’in bu bakımdan gerçekte varlığı değil yokluğu mevcut. Bu dev ekonominin dünyanın çeşitli bölgelerindeki ekonomik çıkarlarını nasıl koruyacağıdır asıl sorulması gereken soru. Çin’in bir emperyalist olarak tartışılması bu aşamadan sonra devreye girebilir.

ABD yönetiminin Çin’i askeri bir çatışmaya çekmek istediği, hesaplaşmayı bu ülkenin askeri hazırlıklarını olgunlaştırmadan yapmayı hedeflediği kesin gibidir. Çin’in ise buna karşı, önleyici ya da mümkün mertebe geciktirici bir yordam tutturduğunu izliyoruz. Çin, adeta taktiksiz bir strateji gütmekte ve konjonktürel zorlamalara dayanmayı bir tarz haline getirmiş bulunmaktadır.

Çin’in Aksa Tufanı ile başlayan sürece karşı pasif tutumunu buna bağlamak mümkün olabilir.

Bu çıplak olgulara karşın, Çin ve Rusya’yı emperyalist olarak değerlendiren yaklaşım sahiplerinin barikatın varlığını, kapsamını ve hedeflerini anlaması ve buna uygun tutumlar geliştirmesini beklemek doğal olarak mümkün değildir. Türkiye sol hareketinin ezici çoğunluğunun bu erken evrede kalakalacağını biliyoruz. Ancak Gazze barikatında sağlamca duran sol hareketin bu barikatın gerçek bağlantı halkalarını izlemesini isteme ve sol hareketin Gazze barikatındaki yerinin tutarlı ilerleyişinin barikatın öteki halkaları olduğunu belirtme hakkına sahibiz.

Barikatın beri tarafının devletleri ile halkları arasındaki ilişkileri üzerine sol hareketin büyük çoğunluğunun ileri sürdüğü görüşleri ele almayı sonraya bırakıyoruz.

Barikatın çağrısı

Barikat jeo-politik niteliktedir ve yükümlülük, jeo-politikanın hiçbir devrimci politikanın hesaba katmadan ilerleyemeyeceği bir gerçek olduğunu vurgulamaktır.

Barikatın varlığı kesindir ancak varlık pek zayıftır. Buna karşılık, yakın geleceğin bir dünya savaşına gebe olduğu olasılığından bakmak, barikatın varlığını acil bir gerçek haline getirmeye yetecektir. Muhtemel bir dünya savaşının taraflarının barikatta vücut bulduğu ne bir sırdır ne de bir düşünsel katkı. Dünya ordularının simülasyon çalışmalarının konusu olduğu bilinen böyle bir gelişme, hezeyana kapılmış askerlerin kurgusal çıkarsaması değil giderek artan gerçek bir ihtimaldir.

Dünyayı bir barikatın böldüğü şekilde değerlendirmek her tarihsel dönemde mümkün olmayabilir. Geride kalan onyıllarda, özellikle 1990’lardan başlayarak, bu türden jeo-politik boyutlu küresel saflar belirlemek son derece zor ve bazı bakımlardan gerçeksizdi. ABD’nin başını çektiği emperyalist kamp, bu yıllardan başlayarak dünyaya nizam verme fırsatını tepe tepe kullandı. Bu yıllar boyunca ABD ile nitelenecek saldırganların karşısına çıkan her varlık acımasızca ezildi. Ötekiler de adeta kafalarını kuma gömdüler.

Dünyada saflaşmalar bazen çok berraktı, bazen dağıldı ve karıştı. Geçen onyıla kadar pek belirgin olmayan safların nihayet belirmeye başladığını, Gazze ile birlikte bu belirginleşmenin ivme kazandığını saptıyoruz.

Türkiye solunda bildiğimiz kadarıyla, dünya ölçeğindeki barikatı saptayan çok az örgütlü özne bulunuyor. Halk Cephesi’nin bu alanda olduğunu izliyoruz. Mücadele Birliği’nin bu gerçeği gören bir konumda olduğu anlaşılıyor. Devrimci İşçi Partisi, bu gerçeği taktik politik tutum somutunda yakalayan bir yaklaşım içinde bulunuyor. Sungur Savran’ın şu sözlerinde yansıyan duyu çok önemlidir: “[E]mperyalizm hem Amerika’nın hem genel olarak kapitalizmin sıkışmışlığı içinde Rusya’dan ve Filistin’den sonra Çin’i de savaşa doğru çeker ve dünyayı bir dünya savaşına doğru sürüklerse, görevimiz emperyalizmin yenilgisi için bütün gücümüzü ortaya koymaktır.” “Çin emperyalizmin saldırısına uğradığı anda hepimiz etrafında olmalıyız. Çin’in kazanması ve emperyalizmin yenilmesi için.”[2]

*

Aksa Tufanıyla başlayan bir yıla ulaşan süreç bizi dünya çapındaki barikat gerçeğini görmeye çağırıyor.

Mao Zedong, “kuyunun dibindeki kurbağanın gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sandığını” anlatan Çin atasözünü anardı. Kuyunun dibindeki kurbağalar olmayı bırakalım ve alanın bütününü görelim. Kendi devrim birimimizdeki mücadeleyi ancak böylece en iyi şekilde verme olanağı buluruz. Kimlere karşı savaşacağımızı ve kimlerle omuz omuza olacağımızı anlamak için.

Düşmanlarımız birleşiyor. İçinde bizlerin de olduğu geniş bir alandakileri birliğe zorluyor.

Bugün operasyonel gücümüz yok mertebesinde olabilir. Ama gelecek yakın günlere hazırlığın temel öncülü bakış açımızı ve zihniyetimizi bugünden silahlandırmaktır.

*

(“Kürdistan Hareketi barikatın hangi tarafında?”, “Türkiye barikatın karşı tarafında” ve “Özgürlükçü ve aşağıdan solun sefaleti” başlıklarıyla sürecek.)


[1] https://artigercek.com/dunya/irandan-rusya-ile-kapsamli-stratejik-ortaklik-anlasmasinin-ne-zaman-319366h

[2] Sungur Savran, “Kapitalizmden Sosyalizme Geçişin ve Sosyalizmden Kapitalizme Geçişin Yasaları”, Çin ve Marksizm: Uluslararası Sempozyum, Akın Yay., Ankara 2024, s. 44 ve 52.