YDH – Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü ve The Angry Arab blogunun yazarı Esad Ebu Halil, el-Ahbar gazetesinde yer bulan makalesinde, Cemal Abdül Nasır ve Hasan Nasrullah’ın Arap dünyasında bıraktığı izi karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Her iki liderin de benzer düşmanlarla karşı karşıya kaldığını ve toplumlar üzerinde derin izler bıraktığını vurgulayan Ebu Halil, Nasır’ın ölümünün yarattığı boşluğun Arap dünyasını kalıcı olarak değiştirdiğini anlatıyor.
Duygusal değerlendirmelerden bağımsız olarak, siyasi ve toplumsal açıdan Nasrullah’ın yokluğu, Cemal Abdül Nasır’ın vefatından bu yana görmediğimiz bir boşluk yarattı. Nasır önce radyoları, ardından televizyon ekranlarını doldurdu ve tüm Arap dünyasında ilgiyle takip edildi. Beyrut sokaklarında yürürken, tıpkı Ümmü Gülsüm’ün şarkıları gibi, Nasır’ın konuşmaları da her mahallede yankılanırdı.
Nasrullah’ın konuşmaları da oldukça popülerdi, fakat Hizbullah’ın Suriye’ye müdahalesi ve Temmuz Savaşı’ndaki direniş zaferi sonrasında, Körfez ülkelerinin başlattığı yoğun medya kampanyası nedeniyle farklı bir boyut kazandı. Nasrullah’ın konuşmaları, Arap dünyasında nesiller boyu hatırlanacak bir siyasi literatür haline geldi. Örneğin bugün Mişel Eflak’ın konuşmalarını kim hatırlıyor? Bu bağlamda tek anlamlı mukayese Nasır ile yapılabilir.
Tarihin Marksist materyalist yorumu, devrimlerin tetiklenmesinde halk hareketlerine, özellikle de yoksul kesimlerin rolüne öncelik verir ki bu doğrudur. Ancak Lenin örneğinde olduğu gibi, bireylerin rolü de devrimler tarihinden ayrı düşünülemez. Nasır kendi dönemine damgasını vurdu ve insanlar o dönemde yaşadıklarının bilincindeydi.
Nasır ile halefi Hasan Nasrullah aynı düşmanlarla ve benzer nedenlerle karşı karşıya kaldı. 1960’larda Okaz gazetesinin manşetinde belirtildiği gibi, Nasır’ın Suudi âlimler tarafından “oybirliğiyle inkâr edilmesi” gibi, Hasan Nasrullah da İslam ve Arap kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Kendisi ve takipçileri, Lübnan’da benzeri görülmemiş bir “İran cemaati” olarak yaftalandı.
İsrail’in çıkarları, düşmanlarına karşı tutumunda Körfez ülkelerinin çıkarlarıyla örtüşüyor (İsrail’in gerçek düşmanlarının her zaman Suudi rejimiyle karşı karşıya gelmesi tesadüf olabilir mi?). Abdülnasır’ın vefatıyla kıyaslama yapmak yerinde olur. Batı Beyrut’ta, on yaşındayken tanık olduğum kadar yetişkinlerin ağladığını başka hiç görmedim. İnsanlar sokaklara döküldü (şimdiki bağımsız Milletvekili Fuad Mahzumi, Berber mahallesinde Nasır için bir yas gösterisine öncülük etmişti).
Nasır, 1967’deki ağır yenilgiden sonra bile varlığıyla güven veren bir baba figürüydü. Halk, bir sonraki aşamayı ancak onun yönetebileceğine inanıyor ve Arap dünyasının her köşesinde kendiliğinden gösteriler düzenliyordu. Nasır’ın yokluğu Arap dünyasını kalıcı olarak değiştirdi. Bunun birkaç nedeni var:
1- Geride, içeride ve dışarıda kendi programının tam tersini temsil eden bir halef bıraktı.
2- Arap dünyasında örgütlü bir parti bırakmadı.
3- Anton Saade gibi arkasında bir parti, kurumlar ve kalıcı bir ideoloji bırakmadı.
Nasrullah, tüm engellere rağmen bir Arap lideri oldu: Mezhebi ve doktrini, Arap milliyetçiliği doktrini kadar kitleselleşmeye elverişli olmasa da İsrail’e karşı direnişin zaferleri ve Temmuz Savaşı’ndaki konuşmaları, popülaritesinin bu engelleri aşmasını sağladı. Bu durum, İsrail ve Arap müttefiklerinin fark ettiği ve zayıflatmak için çaba gösterdiği bir gerçekti.
Nasrullah geride bir doktrin, örgüt ve kurumlar bıraktı. Fakat miras ağır ve kendisine emanet edilen büyük sorumlulukları tek bir kişinin yerine getirmesi mümkün değil. Örgüt liderliğinin aldığı darbeler bu zorluğu artıracak olsa da taze kan takviyesi örgütü uzun vadede güçlendirebilir.
İronik olan şu ki, Arap Siyonist düşmanlarının İranlı olarak nitelendirdiği Lübnanlı Nasrullah, her şeyden önce bir Filistinliydi. Son günlerde zihnimde şu soruyu evirip çeviriyorum: Filistin için Hasan Nasrullah’tan daha fazlasını yapmış bir Arap var mı? Bu soruya onun muhalifleri bile net bir yanıt veremez. Filistin devrimci örgütlerinin tüm liderlerini bir araya getirsek bile, hiçbiri Filistin için onun kadar çok şey yapmadı.
Elbette Corc Habaş ve Cemal Abdül Nasır gibi büyük liderler de vardı. Fakat salt niyet yeterli değildir. Nasrullah bu niyeti, daha önce kimsenin başaramadığı ölçüde güçlü bir eyleme dönüştürmeyi bildi. Düşmanın eskiden Filistinli liderlerin -Arafat, Habaş (kendisini çok sever ve ondan ilham alırdım) ya da Ahmed el-Şukayri- konuşmalarını bu kadar dikkatle takip ettiğini hayal edebiliyor musunuz?
Düşman yetkilileri ve halkı, onun konuşmalarını izlemek için ekran başına kilitlenir, hatta onun güvenilirliğinin kendi liderlerinden daha yüksek olduğunu itiraf ederlerdi. Zira onun diğer Arap liderlerden farklı olduğunu biliyorlardı: Verdiği sözü mutlaka tutar, Arap liderlerden ve Yaser Arafat’tan (ki kendisi 1982’de tüm direniş güçlerinin Lübnan’dan çıkarılmasını kabul etmeden önce Amerikan donanmasını tehdit etmişti) alışık olduğumuz “hobra” [abartılı, içi boş konuşma] tarzı konuşmalardan uzak dururdu.
Nasrullah, düşman analizi konusunda üst düzey bir uzmandı. Kendisine bir keresinde “Günde ne okuyorsunuz?” diye sorduğumda şöyle yanıtladı: “İsrail meseleleri hakkında saatlerce okuyorum, öyle ki dini rütbem gereği takip etmem gereken dini okumalarımda bile gecikiyorum.”
Bu binyılda Nasrullah ile birkaç kez görüşme ayrıcalığına sahip oldum. Hizbullah hakkında yazmaya 1980’lerin ortalarında başladım. İlk yazım, Batılı bir akademik dergide yayımlanan ve Hizbullah’ın ideolojisi ile pratiğini “Leninist örgütlenme teorilerinin İslamileştirilmesi” açısından eleştirel bir perspektiften ele alan bir makaleydi.
Doktora tezim için Lübnan’da çeşitli siyasetçilerle görüşmeler yaptım. Bunlar arasında Muhammed Hüseyin Fazlullah ve İbrahim Emin es-Seyyid de vardı. Bu süreçte keskin zekâsı, özgün kişiliği ve bilgeliğiyle beni derinden etkileyen Nevaf el-Musavi ile tanıştım (ki kendisi bana el-Ahed gazetesinin ilk sayılarından oluşan bir cilt hediye etmişti).
Partiye yaklaşımım, devrimci Lübnan ve Filistin solunu deneyimlemiş ve hayal kırıklığına uğramış bir komünist bakış açısındandı. “Bu İslamcı parti gelip üyelerimizi bizden çaldı,” diye düşünüyordum. Ancak bu ilk izlenimim doğru değildi. Lübnan solu kendi içsel dinamikleriyle çökmüştü: Vaatlerin ve özlemlerin yerine getirilememesi, FKÖ ve milli hareketin şemsiyesi altına girilmesi (bazı radikal sol örgütler bile zaman zaman sağcı el-Fetih’e bağlıydı) devrimci değişim olasılığını engellemişti. Milli Hareket’in etkisi altında olduğunu bildiğim Güney bölgesi, bu yeni İslamcı güce yöneldi.
1990’larda Lübnan’dan uzak durdum (bunun nedeni, Kanada’da yayımlanan bir kitapta Suriye’nin Lübnan politikası hakkında yazdığım bir makaleydi). Fakat 1980’lerin sonunda ABD’de düzenlenen akademik bir konferansta Edward Said ve Klovis Maksud benimle partiye yönelik sol eleştirilerim hakkında konuştular. Onlara, örneğin Subhi Tufeyli’nin kişiliğinden ve açıklamalarından hiç etkilenmediğimi söyledim. Said, güneydeki direniş operasyonlarının İsrail’le süregelen mücadele açısından önemini vurguladı ve bu operasyonların çatışmaya alışık olmadığımız yeni bir yaklaşımın habercisi olduğunu belirtti. Klovis de tıpkı Corc Habaş gibi bu umut verici deneyim konusunda iyimserdi.
Nasrullah ile yaptığım görüşmelerde beni pek çok açıdan etkiledi: Diğer siyasetçilerden ve muhataplarından daha zekiydi, fakat son derece alçakgönüllüydü. Lübnan’da, mülakatlarda ya da babamın meclisteki ofisinde tanıdığım tüm siyasetçilerin aksine, mükemmel bir dinleyici ve nazik bir muhatabdı. Partiye yöneltilen her türlü eleştiriyi açık fikirlilikle dinlerdi.
Bir keresinde kendisine Bremer Konseyi’nde partinin Irak’taki Şii güçlere karşı tutumu hakkında bir dizi öfkeli soru yönelttiğimi hatırlıyorum. Sorumu “Sorun nedir?” diye bitirmiştim ki bu, o oturumda sorduğum ilk soruydu. Gülümseyerek şöyle dedi: “Biliyor musun, az önce bir oturumda biri senin adını andı ve ben de onlara ‘Dr. Esad Amriki’ dedim: Dr. Esad Amriki.” Ardından izah etti: “Biz Araplar konuşmaya başlamadan önce aile, çocuklar, mal mülk ve sağlık hakkında sorular sorarız ama siz ön hazırlık yapmadan, üç bölümlü bir soruyla konuşmaya başlıyorsunuz.”
Bir gün gülerken ona şöyle dedim: “Bu arada, Müslüman din adamları neden hep kasvetli görünüyor ve gülümsemiyorlar?” Sadece sırıttı ve yanıt vermedi. Engin bilgi ve birikimi, toplantılarda katılımcılara şiirsel bir ayetin tamamını sormasına ya da bir bilgiyi teyit etmesine engel değildi, ki bu da aslında onun bilgi birikiminin bir göstergesiydi. Örneğin, bir keresinde ona sürgünde yaşamakla ilgili ne hissettiğini sorduğumda, el-Mütenebbi’nin “Hürler için dünyanın en nahoş şeyidir,” dizesini alıntıladı.
Amerika’nın Hizbullah deneyimini anlayamamasından yakınırdı. Bir keresinde arkasındaki Lübnan bayrağını göstererek, “Bu bayrak bizim Lübnanlı bir parti olduğumuzu vurgulamak için,” dedi. Ben de “Amerikalılar bizim bayraklarımızı tanıyor mu?” diye sordum. Geçenlerde bir Kongre üyesinin (adını unuttum) televizyonda Hizbullah’ın üslerinin ve ofislerinin bulunduğu Batı Şeria’da faaliyetlerini durdurması gerektiğini haykırdığını duydum.
Aksa Tufanı sırasında yaptığı son konuşmalar, Filistin davasını ve Siyonist tehdidi anlamak için adeta bir giriş ders kitabı niteliğindeydi. Hayatımızın bir parçasıydı ve varlığı -bugün de kanıtlandığı üzere- silahları hesaba katmadan bile İsrail için korkutucu ve caydırıcı bir güçtü.
Lübnan’daki direnişin muhalifleri, İsrail’in acımasız saldırıları başladıktan sonra direnişin öncülüğünün ve varlık sebebinin her zamankinden daha gerekli olduğunu fark edemediler mi? Düşman Nasrullah’a suikast düzenleyip partiyi şiddetli saldırılarla şaşkına çevirir çevirmez, muhaliflerin Lübnan’a saldırma iştahı, püskürtmemizi istedikleri Lübnan ordusunun herhangi bir müdahalesi olmaksızın açığa çıktı. Saldırıları püskürten tek güç olduğuna inanmamızı istedikleri Lübnan ordusu (şu anda onu durduran nedir? Özellikle de mevcut ordu komutanı, ABD yardımı sayesinde son yıllarda “hazır” kelimesini tekrarladığına göre, ki bu yardım, armutla vurulup düşürülebilen camdan bir hovercraft içeriyordu).
Nasrullah hakkında daha çok şey yazılacak. The New York Times, dün Nasrullah’ın popülaritesinin suikast girişiminden sonra Arap dünyasında arttığını itiraf etti. Bu tespit, önce Lübnan ve Suriye’deki devrimciler arasındaki tanıklıklara, ardından uzman bir şirketin sosyal medya eğilimleri üzerine yaptığı araştırmaya dayanıyordu.
Peygamber ve Nasır döneminden bu yana hiçbir Arap lidere karşı Nasrullah’a karşı yürütülen kadar yoğun bir mücadele verilmedi. Her türlü yönteme ve iftiraya başvurdular. Hakkında dedikodular yaydılar ve gün boyu ona hakaret ettiler. Lübnan’daki Suudi ve BAE yanlısı grup (çoğunlukla gazeteciler ve STK aktivistleri), Batı basınına Hizbullah’ın kendilerini susturduğundan şikâyet ederken, internet sitelerinde ona karşı ağır hakaretler yağdırıyorlardı.
Nasrullah tarihimizde önemli bir yer edinecek ve parti ne kadar yetkin olursa olsun, onun yokluğu başkası tarafından doldurulamayacak. Kriz ve zorluk dönemleri yeni liderleri ortaya çıkarır. Naim Kasım’ın son konuşması ona dair algımızı değiştirdi. (Belki de ilk kez) bir lider ve etkili bir şahsiyet olarak öne çıktı.
Nasrullah’a yönelik suikast kararı ancak Amerika’dan gelmiş olabilir. Ancak Amerika, İsrail’i er ya da geç kaçınılmaz çöküşünden kurtaramayacaktır. Filistin özgürleştiğinde, Nasrullah’ın adı kurtarılmış topraklarda pek çok yerde yaşayacaktır.
(Not: Bir sonraki bölümde David Hale’in Lübnan-Amerika ilişkileri üzerine yazdığı kitabın incelemesini tamamlayacağım).
Çeviri: Emre Köse
Kaynak: https://ydh.com.tr/d/21756/nasrullah-in-donemi-ve-filistin-e-donus