Basın Yayın Komünü’ne Ulusalcı Tarih Operasyonunun Arka Yüzü

1821

En kötü kitabın bile iyi bir sayfası vardır: Son sayfası.
B. Shaw

Hegel’in “Minerva’nın baykuşu ancak alacakaranlıkta uçmaya başlar” sözü, tarihsel olayların ancak olup bittikten, önemlerini yitirdikten sonra anlaşılabileceğine de gönderme yapan bir metafordur. İyi tarih yazmanın sırrının ölenlerin ardından yorumlamanın şartları oluştuktan sonra mı, yoksa olayı yaşamış olanlara, canlı tanıklara dayanılarak yazılmasında mı olduğu eski tartışması, sözlü tarihin gündeme gelmesiyle yeniden canlanmış bulunuyor.

Sözlü tarihe iki açıdan bakılabilir. 1970’li/80’li yıllardan beri “büyük anlatılar” (“meta-anlatılar”) parantezine alınan Marksizme (ve tarihsel materyalizme) sırt çevrilen postmodern dönemde, kurmaca “anlatı”nın dönüşüyle birlikte gündeme gelmesi dezavantajıdır. Büyük anlatılar parçalanınca tarih de parçalanmıştır: Mikro tarih, kültürel tarih, toplumsal tarih, gündelik tarih, sözlü tarih. Bundan dolayı yeni paradigmanın kusurlarını taşırlar. Ezilen sınıf ve halkların kaybolma riski taşıyan mücadele ve deneyimlerini kaydederek, ileriki tarih yazımları için materyal kaynağı adayı olması ise avantajıdır. Hafızanın zaman aralığı nedeniyle unutmak, yanlış hatırlamak yanında, gerçeklik yerine arzu edileni anlatma, kusurlarını gizleme gibi zaafları vardır. Sözlü tarihe değerli bir kaynak gözüyle bakan tarihçilerin, bir yandan da temkinli ve eleştirel yaklaşmalarının, amacının ne olduğuna, başka tanıklar ve belgelerle doğrulanıp doğrulanmadığını sınama gereği duymalarının nedeni budur.

Burada, yaşayan tanıklara dayanılarak yazılan sözlü tarihin, her zaman methedildiği kadar makbul olmayabileceğini, kötüye kullanmaya açık olduğunu ve geleceğe ışık tutmaktan çok tarih kirliliği yaratabileceğini gösteren, yaşayan tanıklarından biri olduğum bir örnek üzerinde duracağım. Aşağıda eleştireceğim kitap, öz ve kalıp olarak bu ikinci türe giriyor. 

Kafadan Tarih Yazmak

Kör adam, herhangi bir şeyi önceden gözden geçirme ya da görme zahmetine katlanmaz. Görmüş olabileceği şeyleri toplar, onları yığar, ve bunlar pulmuş gibi zevkle izler.
E. Canetti

Basın Yayın Komünü’nün 1971 Temmuz’unda yaptığı 4 milyonluk Denizli Ziraat Bankası aracı soygunu, olayın faillerinden Hikmet Çiçek himayesindeki Aydınlıkçı yazar Sinan Onuş tarafından Halk Adına Paralara El Koyuyoruz[1] adıyla kitap haline getirildi. Yazar eylemin bazı katılımcılarının anlattıklarını ses kaydına alıyor, doğruluk ve yanlışlıklarını test etme gereği duymadan çözümleyip kendi anlatımıyla doğrudan kâğıda geçiyor. Önsöz’ünde anlattığına göre, resmi yoldan davanın arşivine ulaşamayınca, arkasını kovalama gereği duymuyor. Bahanesi de hazır: “Aslında soygunun asli failleri beni dosyanın içeriği hususunda birden fazla kez uyarmışlardı. Diğer arkadaşlarını kurtarmak için gerçek olmayan beyanlarda bulunmuşlar, bu da dava dosyasına girmişti. Dava dosyası süreci anlatırken yanılgıya sebep olabilirdi.”(s. 10) Kaynakçasında konuyla doğrudan ilgisi olmayan ulusalcı yayın organları (2000’e Doğru, Siyah Beyaz, Aydınlık) ve Madanoğlu Cuntası İddianamesi, THKP/C Davası İddianamesi ve TİİKP Davası Savunması gibi kitaplar olmasına rağmen, kitabın konusu olan davanın ne polis ve mahkeme tutanaklarına, ne de iddianame ve gerekçeli kararına dair herhangi bir belge olmamasının sebebi bu. Kitapta yer verilen tek resmi belge gazetelerden alınmış İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bildirisi; ki o da yanıltıcı ve yanlış bilgilerle dolu.

Sözü edilen “asli failler” böyle bir uyarı yapmışlarsa, ileride de göstereceğimiz gibi anlattıkları ile gerçekler arasındaki uyumsuzluk açığa çıkmasın diyedir. Yine de tarih yazmaya soyunan bir yazar, bu uyarı da dahil, her türlü olasılığı dikkate alarak mümkün olan bütün materyali taramakla yükümlüdür. Söyleşiye tavır koyup katılmayanlar da bulunduğuna göre bu daha da gerekliydi. Anlatıcıların öğüdüne uymak demek, kendini onların öznelliğine teslim etmek demektir. Vuku bulan ile onun şimdiki zamanda hatırlanması arasında çakışma olup olmadığını anlamaya çalışmadan, araştırıp soruşturmadan olay tarihi yazılamayacağını bilmek için akademide dirsek çürütmek gerekmez. Marc Bloch’un, “Tarih Yazmaktan, onu namusluca, doğru olarak yazmayı ve yapılabildiği ölçüde gizli kaynaklara ulaşmayı, yani zorluklara katlanmayı anlıyorum”[2] sözleriyle kast ettiği bu olsa gerektir.

Tarihsel kaynaklar hakikati aramaya odaklanmalıdır. Hafızanın kusurları ve görüşmecilerin yanıltmacaları dikkate alınmadan, yanlışlar ayıklanmadan yazılırsa ne olur? Kitabı gölge gibi izleyen kronolojik hatalar; biri diğerini tekzip eden ibareler; Mustafa Kuseyri’nin ölümü, Basın Yayın Komünü’nün karargâh olarak kullandığı bodrum katı[3] ve gerçekleşmemiş eylem projeleri hakkında asılsız ve noksan bilgiler; cezaevi ve mahkeme süreci hakkında gelişigüzel ve hayal ürünü beyanlar; polisçe ele geçirilen para tutarları hakkında tutarsızlıklar; Kadir Kaymaz’ın bir evden başka bir eve taşınması ve ilk yakalananlar hakkında alakasız söylemler; soygunla pek ya da hiç ilgisi olmayan kişi ve olguların öne çıkarılması gibi onlarca yanılgı ve ihmal kaçınılmaz hale gelir. Yine “Dört milyon neredeyse Ankara’nın yarısını alabileceğimiz bir paraydı”,[4] “Yere kilim serilmiş, paraların tümü bu kilimin üzerine tepeleme yığılmıştı. Neredeyse tavana değecekti” (s. 64) gibi gülünç abartmalar kaçınılmaz olur.

Düzeltilmesi gereken o kadar çok yanlış var ki, burada her birinden söz edersem konunun özünden uzaklaşmış olurum. Bunun için “Zakof” ve “kızıl avukat” gibi magazinel süslemeleri, üçüncü sınıf polisiye romanı özentili tiratları teker teker sergilemeyi gereksiz buluyorum. Bu çarpıklıkların, yalnız yazarın olaya vakıf olmamasından ve kalemini ilgili ilgisiz birkaç kendine aşık aktöre teslim etmesinden değil, aynı zamanda gazeteci yüzeyselliğinden, tarih üzerine kalem oynattığını unutmuşcasına siyasi ve “olay kitap yazma” (Önsözden) hevesi gibi saiklerle hareket etmesinden kaynaklandığı görülebiliyor. Yine de yazarı, 200 sayfalık bir kitaba bu kadar yanlışı sığdırmayı başardığı için kutlamak gerekiyor.

Nesnel tarih yazımına yabancı, amatör ve ampirik bir gazeteci bile olsa, sözlü tarih yazmaya soyunan birinden, Marx’ın deyişiyle “gerçekten de oldukları ve gerçekten de cereyan ettikleri gibi” yansıtamasa da, olayın hiç olmazsa fazlalıklardan ve anlatıcıların marazi keyfiliklerinden arındırılmış aslına sadık bir “resmini” vermesini beklemek fazla olmamalıydı. Buna karşılık ne görüyoruz? Temaya uygun, sınırları iyi çizilmiş bir çerçevesinin bulunmadığını, parçalarının kendi içinde ve öteki parçalarla uyumsuzluğunu, dolayısıyla bütünsellikten yoksun, amorf uzantıları olan bombeli, girintili çıkıntılı ahenksiz bir anlatı olduğunu. Bunun sebebi, her anlatılanın, her yazılanın 40 yamalı bohça gibi kitaba gelişigüzel tıkıştırılmasıdır. Halbuki metne her şey değil, konunun bağlamına uygun, tarihsel olarak anlamlı ve değerli olan dahil edilir.

Aydınlık Adına Geçmişin Satın Alınması

Misafirin arsızı ev sahibini ağırlar
Atasözü

Aydınlık kitaplığına yakışan, düzenle çelişmeyen bir üslupla kaleme alınması ve reklamı için katışıksız ulusalcı Odatv, Veryansıntv, Aydınlık ve Sözcü gazetelerinin seferber edilmesi, kitabın mahiyeti hakkında bir ön bilgi veriyor. En hararetli savunucuları Hikmet Çiçek ve Soner Yalçın. İkisinin ilk vukuatları da değil bu üstelik, Çiçek bu konuda cılkını çıkarıncaya dek defalarca yazdı.

Denizli Ziraat Bankası aracı soygunu davası başladığında savcı “Aktan İnce ve arkadaşları” ifadesini kullanmıştı; Soner Yalçın’ın organizatörü olduğu CNN Türk’teki “Oradaydım” belgeselinde, soygunun THKO adına ve Deniz Gezmiş’in kurtarılması için yapıldığını iddia eden Aydın Çubukçu, bunu (etraflıca eleştirdiğim) “Aydın Çubukçu ve arkadaşları” anlatısına dönüştürdü.[5] Şimdiyse Sinan Onuş fiilen “Ertan Günçiner ve bazı arkadaşlarının serüvenleri”ne çeviriyor. Böylece, yarım yüzyıl aradan sonra, TİKB’nin kalkış istasyonunu oluşturan Basın Yayın Komünü’nün en önemli eylemi kökünden sökülüyor ve özü yamultularak Aydınlıkçıların tarihine yamanıyor.

Türkiye solu tarihinde bir soygunu paylaşamama üzerine böyle bir çekişme yaşanmadı. Aslında TİKB bu tür eylemlerin onlarcasının öznesi olduğu için, bu en eski ve ilk soygun eylemini ayrı bir kitap konusu yapmaya tenezzül etmedi. Tarihin cilvesine bakın ki, soygunu bir tarafından tutup sahiplenenler (aralarında liberalize olmuş Marksistlerin de olduğu), bu konuda tarihsel kasaları tamtakır ulusalcılar oldu.

Yazarın soygundan ulusal sola pay çıkarabilmesi için, kendine, Basın Yayın Komünü ile Aydınlık arasındaki antinomiyi aşacak bir tutamak noktası yaratması gerekiyordu. Bunu, soygunun fiili katılımcılarının üçünün ileriki yıllarda Komün’den ayrılarak kapağı ulusal sol saflara atmalarından (Aydın Çubukçu hariç) yararlanarak maharetle çözüyor! Yani, olayı bağlamından koparmanın yolunu tarihin saatini ileri almakta buluyor. Gerçekten de itirafçı Kadir Kaymaz daha önce, Hikmet Çiçek THKO bölünmesinden (1977) sonra Aydınlık’a geçmişlerdi. THKO’da kalan Ertan Günçiner ise, on yıl kadar sonra 2000’e Doğru ve Aydınlık gazetesi yazarları arasına katılacak, ardından Soner Yalçın’la birlikte ulusal solcu Siyah Beyaz gazetesinin başına getirilecekti.

Hiçbir bağlantı yetisi olmayan biri değilsek ve görünüşün ötesine geçmek istiyorsak, “soygunun öznesi kimdi” sorusuyla işe başlamalıyız. Bunun için aslında burjuva hukuk normları bile yeter. Öznenin saptanmasını kötü bir savcının gözüyle yapmayacaksak, işimizin zor olmadığı besbellidir. Soygunun kararı, iradesi ve uygulanması, soyguna katılanların mensubu olduğu, örgüt olmayan örgüt konumundaki Basın Yayın Komünü’ne aittir.

Sempatizan Kadir Kaymaz istihbaratı Basın Yayın Komünü’ne getirmiştir. Bu önemli olanak üzerine soygun yapma kararı alan Basın Yayın Komünü üst merciini oluşturanlar, Ertan, Hikmet ve Aydın’ın da katılımıyla Erhan Erel’in sendikasında toplanır ve eyleme ilişkin iş bölümü yapar. Yazar ise, bir buçuk sayfalık ara başlığa sıkıştırdığı Basın Yayın Komünü’nden değil, her şey olup bittikten sonra sıkıyönetim askeri savcı ve yargıçlarının kullandığı “asli fail”/”feri fail” ayrımından yola çıkıyor. Yani Basın Yayın Komünü’nü soyguna, soygunu da “asli fail”lerine indirgeyerek illüzyon yapıyor. İndirgemecilik yazara ana özneyi devre dışı bırakıp, soygunun “asli fail”lerini esas özne durumuna getirmesini ve anlatısını Kadir, Ertan, Hikmet, Aydın üzerinden kurgulamasını sağlıyor.

Eğer arka planında kendine özgü bir geçmişi ve yapılanması, bir çekirdek kadrosu ve yakın sempatizanları olan bir grup olmasa, soygun da alelade bir soygun olsa, bu yanlış olmayabilirdi. Öncelikle, Komün’ün hiyerarşisi ile soygunun hiyerarşisi bir ve aynı değil; sonra soygun tek yerde ve tek hamlede yapılıp bitmiş yalınkat bir işlem değil.

Soygunla ilgili bir gazete haberi

Nihai geri çekilme üssünün Ankara olması, 4 milyonun birkaç valiz büyüklüğünde yer tutması, Kadir Kaymaz’ın daha aynı gün açığa çıkması nedeniyle abluka altındaki İzmir’den dışarı çıkarılamaması, eylemi, gir-al-kaç diye özetlenebilecek soygunlardan ayrı, karmaşık, çok bileşenli bir eylem haline getiriyor. Daha somut bir deyişle, soyguna fiilen katılanlar, parayı aramaları atlatarak Ankara’ya taşıyanlar, her yerde harıl harıl aranan Kadir Kaymaz’ı saklayanlar ve Ankara’da bunlar arasındaki irtibatı sağlayanlar gibi her biri ayrı bir kümeyi zorunlu kılan bileşenler içeriyor. İlla “fail” şablonu kullanılmak isteniyorsa, bu, “asli fail”lerin soyguna fiilen katılanlar değil Basın Yayın Komünü, “feri fail”lerin ise onun tarafından bir iş bölümüyle görevlendirenler olduğu şeklinde kurgulanmalıdır. Güçlüğü ve cezai sonuçları bakımından ağırlığın fiili katılımcılarda olması asıl öznenin Komün olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yazarla söyleşi yapan “asli fail”lere şöyle düşünmelerini öneririm: İstihbaratı getiren Kadir Kaymaz soygun teklifini Komün’e değil de Ertan, Aydın, Hikmet üçlüsüne getirseydi ne yaparlardı, altından kalkabilirler miydi? Bu soruya açık yanıt vermek için yutkunmaya gerek yok tabii: Hayır!

Araç soygununun yıllar boyunca yapılmış yüzlerce siyasi soygundan farkı özel büyük cesaret gerektirmesinde değil, çok bileşenli olmasında ve 4 milyonluk tutarı nedeniyle ülke çapında büyük sansasyon yaratmasındadır. Bunu görmek istemeyip büyüklenme duygusuna kapılan eski yoldaşlarımız, doğrusu yanlışıyla ne yaptılarsa Basın Yayın Komünü (“Aktancılar”) siyasi kimliğiyle yaptıklarını unutuyor ve ucu Aydınlık’a uzanan özel bir tarih kanalı açmaya çalışıyorlar. 1970 ve 1977 kopuşlarından sonra Komün’den Aydınlık’a veya THKO’ya açılan bir kapı olmadı hiçbir zaman. Tarihsel süreçte “Her dönem, kendi içinde kapalı ama aynı zamanda devamını da kendi içinden çıkaran bir model”dir. Tarihçi birbirini izleyen dönemler arasında doğru bağlantı kurarsa adına layık olur. Bu bakımdan, Basın Yayın Komünü’nün geleceği TİKB, TİKB’nin geçmişi ise Basın Yayın Komünü’dür. Bu oluşumun ana gövdesinin 1969-1974, 1974-1976, 1977-1979 uğraklarından geçerek TİKB’ye doğru tekâmül ettiğini herkes bilir. Bir ağaca benzetirsek, soygunun fiili katılımcıları burada gövdeyi değil, yan dalları temsil ederler. Bu süreçte ana mecradan onlarca, yüzlerce kişinin kopması gidişatın ana yönünü değiştirmemiştir, değiştirmeyecektir. “Komün bölünüyor” (s. 152) gibi ara başlıklarla okuyucuyu yanıltacak sis bombaları atmak gerçeği karartmaktır. 1977 Mayıs’ındaki ayrışmada Ertan ve Aydın’ın THKO’da, Hikmet ve itirafçı olduğu için kayıtlarımızdan yakalandığı günlerde sildiğimiz Kadir’in Aydınlık’ta kalmaları bir bölünme değil; Hikmet, Aydın, Ertan ve eşi Gülfem’den ibaret dört kişilik bir firedir.[6] O dönemde İstanbul, Ankara, İzmir, Kırşehir gibi kentlerde yüzlerce, hatta binlerce taraftarı olan Basın Yayın Komünü üzerindeki nüfuzları o kadardı; öyle ki Ertan’ın eşi Gülfem kardeşi Osman ve kuzeni Fatih’i, Hikmet kardeşi Necdet’i yanına çekemedi.

Sıraya Kaynak Yapmak

Sonuçta, neysen o’sun.
Başına,
Kıvırcık saçlı bir peruk da taksan,
Ayağını, kaidelerle arşın arşın yükseltsen de,
Her kimsen hep o olursun.
Goethe (Faust)

Basın Yayın Komünü’nün çekirdeği, okula 1968 yılında giren aynı sınıftaki Aktan İnce, Nejat Arun, Aydın Çubukçu, Yaşar Ayaşlı ve bir süre sonra katılan Hukuklu Mustafa Kuseyri’den oluşuyordu. Komün’ün kurucu dört kişisi arasındaydım. Basın Yayın’ın alt katını, SBF Yurdunun arka cephesinden gizlice indirilen ranzalar, yataklar ve battaniyelerle “karargâh” haline getiren Feyyaz Eliçin’le (sonradan saf değiştirdi) ikimizdik. Sürekli okulun alt katında kaldığımdan Siyasal Yurdunu merkez alan Dev-Genç yönetiminin acil eylemleri ve köy çalışmaları gerektiğinde en çabuk ulaşabildiği demirbaş kişiydim. Yaşasa geleceğimiz üzerinde çok etkili olmakla kalmayacak, aklına esenin öne geçmeye çalışamayacağı Mustafa Kuseyri’yi üzücü bir kaza kurşunuyla kaybettik, liseden arkadaşım entelektüel yanı güçlü Nejat ise cezaevine girdi. Komün’e yine liseden tanıdığım Hikmet bir, Ertan iki yıl sonra katılarak bir bakıma hazıra kondular. Daha eski olmamdan kendime özel bir paye çıkardığım sanılmasın. Bunu anlatmam kerameti kendinden menkul olanlara bir hatırlatmadır. Kişinin ne olduğu kendisi hakkında söylediklerinde değildir. Her şey rotayı tutturmakta ve zor sınav alanlarında belli olur.

Sinan Onuş ne yapıyor? Anlatıcıların kendileri hakkında söylediklerine bakarak, başrolü, sus payı olsun diye ağzına bir parmak bal çalmak zorunda kaldığı Hikmet Çiçek’in değişmez kankası grup liderine bile değil, çekirdekte yer almayıp sonradan dahil olduğu halde, sempatizanımız mutemet Kadir Kaymaz’ın dayıoğlu diyerek banka aracına aldığı, İzmir-Denizli yolunun tenha bir yerinde, şoföre silah çekmek gibi gazetecilikte flaş haber değeri taşıyan bir davranıştan hareketle Ertan Günçiner’e veriyor. Komün hiyerarşisinde oynamalar göze batmasın diye de, “Çekirdek kadrodaki herkes eşit söz ve oy hakkına sahipti,”(s. 25) gibi gerçeğe uymayan bir kılıf bulunuyor. Bunu akıl eden Onuş değil, çekirdeğin iç ilişkilerini “Kral Arthur’un 12 Şövalyesi” benzetmesiyle açıklayan Ertan: “Kral Arthur ve şövalyelerinin toplantı yaptıkları masa, üyelerin arasındaki eşitliği temsilen başsız ve ayaksız yapılmıştı. Aktan İnce de eşitler arasında öne çıkan bir isimdi ve grubun doğal lideriydi.” (s. 26) Böylece sonuncu “şövalye” bir metafor çalımıyla, “tek adam”ın yanı başına kuruluveriyor.

Bize neden “Aktan İnce ve çevresi” denildiğini ve onun iç işleyişini açıklayan bir benzetme değil bu. Bir kere Ertan, Komün’e kendisinin de anlattığı üzere Mustafa Kuseyri’yi kaybetmemizden sonra, yani 1970 Haziran’ında katıldı. Bizlerin de dahil olduğu Amerikan generalinin evinin, Sıhhiye Tekel deposu ve İzmir Hipodromu’nun gözetlenmeleri ve TUSLOG kurye aracını soyma hazırlığı gibi gerçekleştirilememiş, ilerisi için egzersiz sayılabilecek eylem girişimleri anlatılmakla[7] bu eksiklik telafi edilmiş olmuyor. Nihayetinde havada kalmış girişimlerdir. Komün’ün temelinin atılmasında ve harcının karılmasında, dolayısıyla onun kendine has militanlığının oluşumunda çekirdek bir tarafa, Erhan Erel, Kenan Güngör, Özkan Cerit, Muzaffer Doyum, Feyzi Büyükvural, Niyazi Yıldızhan,[8] Osman ve Fatih’ten daha az katkısı olduğunu söylemek haksızlık olmaz. Zira Komün “üye”lerinin militanlaşma sürecinin köşe taşlarını oluşturan FKF/Dev-Genç döneminin anti-emperyalist eylemlerinde, faşistlerle silahlı/silahsız çatışmalarda, köy çalışmalarında, bildiri ve afiş yapıştırmalarda, 1968-1970 arası kitlesel gösterilerde bizim potamızda pişmiş biri değildir Ertan. Verilen görevleri yerine getirmek, beceriklilik, çok okumak ve hızlı gelişmek gibi olumlu özelliklerini inkâr etmiyorum, ancak Komün’e 1970 ortasında katılması, Kasım 1971 başında da yakalanması nedeniyle, Komün’ün harcındaki emeği çoğumuzun gerisindedir. Sonraki hikâyesi mahpusluk ve Niğde Cezaevinde Aydın’la birlikte THKO’luların dümen suyuna girmesinden ibarettir. Basın Yayın Komünü’nün niteliklerini geliştirdiği 1974’ten TİKB’nin kuruluşuna kadar uzanan sert karakterli süreçteyse zaten yoktur. Ellerini taşın altına koymaktan kaçınmayan ve cezaevinde hepimizden daha uzun yatan Aydın, Ertan ve Hikmet’in hikâyelerini hak ettikleri kadar anlatma hakları elbette vardır. Sinan Onuş’un hatası, Komün’ü ve soygunu anlatan kitabını, oransız bir şekilde onlar üzerinden kurgulaması ve her birini hak etmedikleri şekilde abartmasıdır. 

Basın Yayın Komünü adını şahıs adıyla anılmaktan hoşlanmadığımız için daha çok biz kullanıyoruz (dışımızda nezaketen öyle diyenleri saymazsak). Aslında Komün’ün kendine verdiği bir ad yoktu, olmadığı için de dışımızdakiler “Aktancılar” diyorlardı. Bu bizim sekt olduğumuzu, mezhepçi özellikler taşıdığımızı gösteren çok önemli bir kusurdu. Kral Arthur metaforu, bir taraftan bunu idealize ettiği, bir taraftan da Aktan’ın hem olumluluklarını küçülttüğü hem de kusurlarının üzerini örttüğü için yanlış bir eğretilemedir. Ne Aktan ile gruba iki yıl gecikmeyle katılan Ertan, ne de çekirdek içinde yer alan Aktancılar arasındaki ilişkiler eşitti. Süreç içerisinde oluşmuş, oynak, sürekli değişen hiyerarşik bir çevre yapılanmasının bu şekilde dondurulmasının yaşanmışlıkla bir alakası yoktur. Mutlak olmasa da, eşitlik ilişkileri, ancak yetkileri tüzükle belirlenen oturmuş ve gelişkin örgütlenmelerde hayat bulur. Aktan “doğal lider”, zira örgütçülüğü ve yetenekleriyle grubun oluşumunda baştan itibaren öndeki kişidir. Ancak her şeyi belirleyen, son sözü söyleyen “tepe adam” da odur. Üst çekirdek arasındaki hiyerarşi sabit, eşit ve istikrarlı değil, oynak ve değişkendir. “Birinci” her şeyi bilir, ötekiler değil. Her kararda nihai söz sahibi odur. Bir bakmışsın ikinci halkadakilerin bazıları uzaklaştırılmış, bazıları terfi ettirilmiş. Hiyerarşi basamakları onun tercihine ve kendisinin belirlediği kıstaslara göre sürekli değişir. Ertan “eşitler arasında birinci” tanımı yapmakla, grubun çekirdeği içinde kendini ötekilerin önüne çıkaran bir alan açmış oluyor. Ne var ki kendisini Komün’e kabul edenin de, iddianamede “asli fail” diye geçmesini sağlayanın da, son karar vericinin de Aktan olduğunu unutuyor. Tıpkı emniyet sürecinin ardından kendisi dahil soygunun “asli fail”lerinden bazılarının gözden düşmelerini unuttuğu gibi.

Eşitler ve Eşit Olmayanlar

Laf değirmeni adamlar, eylemci kişilerin yerine geçiyor.
G. Nerval

Hasmını yok etmenin en iyi yolu onu kendi yanına çekmektir.
L. Althusser

Yazar, metninde bir iki istisna dışında ulusal solcuları merkeze aldığından, kendileriyle zıt kutupta bulunan TİKB kurucularını, yani soygunun öteki bileşenlerinde görev alan beni, Ertan’dan daha önce saflarımıza katılan, hangi görevi üstlenseler en iyi şekilde üstesinden gelebilecekleri güvenini veren üstün nitelikli devrimciler olan Osman Yaşar Yoldaşcan, Fatih Öktülmüş ve daha mütevazı roller üstlenen yoldaşların bulunduğu kişileri, flu, hatta kör noktalara yerleştiriyor. En basitinden kimlik işlerini ve teknik sorunları çözmese aramızda yerini alabilecek başka birinin olmaması bir tarafa, “asli fail”lerin en önüne konsa onu da layıkıyla yerine getireceğinden şüphe edilmeyecek Osman (ve tabii Fatih) gerilere itilebilecek biri değil. Gerçi arkadaşlarımızın hakkını yemeyelim, rollerinin hakkını verebilecekler arasından seçildiler, ama soyguna fiilen katılabilecek ben dahil başka Komün elemanları olduğunu kendileri de bilirler. 

Kıyaslama yapmak da bir öğrenme/ölçme yöntemidir. Kitap daha ilk sayfasında Ertan’ın şoföre silah çekmesi ile başlıyor ve arkasından ailesini, memleketini, lise ve üniversite hayatını, müzikle ilgisini, Sivas’ta liseden Aydın’la arkadaşlığını, Komün’e gelişini (başkaları yokmuş, yalnız Aktan ve kendisi varmış gibi) anlatmasıyla başlıyor. Bunları anılarını yazdığı bir kitapta yazsa neyse, ama başka aktörlerin de içinde olduğu bir durumda, herkese yerine ve rolüne göre yer verilmeyince şişkinlik ve orantısızlık yaratıyor. Benim oğlum bina okur döner döner bir daha okur misali, polisiye özentili soygun sahnesinin sadece girişte ve arka kapakta sözü edilmeyecek, ilerleyen sayfalarda genişletilerek bir kez daha anlatılacak. (s. 58) Ve takip edilmesi, yakalanması, cezaevi tavrı, Niğde’de sonlanacak başka cezaevlerine gitmesi, Komün’le ilişkilerini koparması ve sonraki maceralarıyla kitabın arka kapağını yırtarcasına devam edecek. Filistin’e gitmek ve asker adam olmak için yanıp tutuşuyor, her eylemde en önde, soygundan sonra çift tabancayla dolaşıyor, takipleri ve tesadüfen karşılaştığı polisleri soğukkanlılıkla atlatıyor, Binbaşı lakaplı Ümit Erdal’a kafa atmaya çalışırken zavallı işkencecinin kolunu incitiyor, montunun önü kapalı olmasa (s. 111)[9] kendisini yakalamaya çalışan polisleri çekip oracıkta kurşun yağmuruna tutuverecek vs. Kitabın neredeyse üçte biri ona ayrılmış. Aydın, Kadir, Hikmet ve onun tarafından kollanan Aktan da kayrılanlar, övgülerden payını alanlar arasında.

Buna karşılık soygunun dört ayağından biri olup paraların Kuşadası’ndan Ankara’ya taşınmasından sorumlu ekipteki Osman, Fatih ve kardeşlerinin yeri üç kısa paragraftan ibaret. Üvey evlat muamelesi gören Fatih ve Osman’ın hayat hikâyeleri kısa dipnotlara sıkıştırılıyor. Fatih’e 7 satır (s. 53), Osman’a 4 satır (s. 48), soygunla hiçbir ilgisi olmayan Kızılay’daki GİMA mağazasına 7 satır. Bana ise o da yok! Hikmet ve yazar söyleşi tekliflerini kesin bir dille reddetmeme çok bozulmuş olmalılar ki, cümle arasında camide bulunup getirilmişim gibi, elitist bir üslupla taşralı gibisinden aşağılamak amacıyla “Ankara Kızılcahamamlı olduğu için ‘Köylü’ lakabını taktıkları Yaşar Ayaşlı” (s. 66) denilip geçiliyor. Hepsi bu kadar. Eylem tasarıları ve gerçekleşmiş eylemler içindeki yerim mecbur kalınmadıkça anılmıyor. Sözgelişi Kadir Kaymaz’ın kadın kıyafeti ve benimle evli pozisyonunda bir evden başka eve taşınması gibi önemli bir sahneden, ismim, “‘Üç kadın’ bir taksiye binip hiç şüphe çekmeden Uğur Apartmanı’na geçti” (s. 79) cümlesiyle ekarte ediliyor. Soygunun arkasından dönüm noktası olan Kadir ve Gülfem’le birlikte yakalanmamız yanlış, kısa ve üstünkörü anlatılıyor. Ertan’ın sayfalar süren takiplerle ele geçirilme macerasına karşılık, Osman, Fatih ve adları bir ya da iki kez geçen öteki emektarların yakalanmaları (Feyzi Büyükvural, Mehmet Çetintaş, Ercan Erel vb.) Sıkıyönetim Komutanı’nın soğuk ve hasmane bildirisine havale ediliyor. Davaya hayatlarını vermiş şehitlerimizi gerçeğe sadık resmetmek geride kalanlar için bir borçken, onlara, hem itirafçı hem de İsveç’te ticaret yapan Kadir Kaymaz’ın olaydan 23 yıl sonra başından geçen kazaya ayrılan sayfaların yirmide biri kadar bile yer verilmiyor.

Holywood filmlerinden kopya, en son kısımdaki “Şimdi Ne Yapıyorlar” başlıklı şeref listesinde (!) Kadir Kaymaz dahil 6 kişi var, ama yolu TİKB’ye uzanan, 12 Eylül işkencelerinden ve zindanlarından geçen bizler yokuz. Osman ve Fatih’in benimle aynı davranışa maruz kalmalarının bir nedeninin de, 12 Eylül 1980 öncesinde Aydınlık Gazetesinin ihbar listesinde bulunmaları olduğunu düşünüyorum. Ulusal-liberal sol ittifakın listesinde olmadığımız için hayıflandığım sanılmasın, aynı fotoğraf karesinde yer almamak benim açımdan bir eksiklik değil, aksine ilkelere bağlılığımı ve araya sınır koymamı ispatlayan bir örnek. Eğer Sinan Onuş’un söyleşi önerisini kabul etmiş olsaydım, kitaptaki yerim ilk birkaç kişi arasında olacak, diğerlerine ayrılan yer ve övgüler benden de eksik edilmeyecek; mutlaka anılmam, hayatıma ve mücadeleme dair ara başlık açılması gereken yerlerde, bu şekilde görünmez kılınmayacak, Komün ve soygunun misafir sanatçısı muamelesi görmeyecektim. Ama o zaman sırtımı TİKB geçmişime dönmüş ve Aydınlık tarafından ihbar edilen Osman ve Fatih gibi kurucu yoldaşlarımın kemiklerini sızlatmış olacaktım. Hem ikisi de listeye alınsalar, Türkiye devrimciliğinin efsaneleşmiş devleri, işkence ve cezaevi direnişi sembolleri karşısında ötekiler birer cüce durumuna düşeceklerdi.

Kendileri söz konusu olunca primus inter pares (eşitler arasında birinci), ulusalcılık karşıtları olunca Komün çekirdeğinden bile olsanız yeriniz eşitler arasında sonuncunun sonuncusunun da sonuncusu olmaktır. Kendileri, eşleri, yakınları övgülerle süslenip ışıldaklarla renklendirilmiş vitrinde yer alıyorlar. Metnin akışı içinde konuyla hiç ilgisi olmayan Aydınlıkçılar, TDKP ve Merkez Yürütme Komitesi üyeleri ve akraba-i taallukat anıları ve resimleriyle boy gösteriyorlar. En başta da kendileri çeşit çeşit ve tıraşlanarak estetize edilmiş resimlerinin yerleştirildiği son sayfalarda finali tamamlıyorlar. Ertan, Hikmet, Aydın adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Buna karşılık kendilerinin hayal güçlerini aşan efsanelere imza atan Osman ve Fatih, Komün’ün ilk dörtlüsü içindeki ben ya hiç anlatılmıyoruz ya da telgraf usulü değinilip geçiliyoruz. Benim 14, Osman’ın 9, Fatih’in 8 yerde (sayfada) bölük pörçük ve zoraki adımız geçerken, Komün yaşamının ve mücadelesinin dışında olup iki ay tutuklu kalıp bırakılan liseli İlknur Alpay (İnce), Özden Demirhan (Çubukçu), tutuklanmayan Altan İnce ve ilişkilerimizin sınırlı olduğu Umur Aksan gibi kişiler olmaları gerekenin üzerinde yer kaplıyorlar. Aydın’ın nikâhsız eşi ve liseli bir sempatizan olan Özden Demirhan’a 17, ağabeyine ve kardeşine 14, Aktan İnce’nin eşi İlknur’a 11, kardeşi Altan’a 7 sayfa ayrılıyor. Kitabın kurgusu Ertan, Aydın, Hikmet, Kadir, Aktan, Selim Açan ve aileleri etrafında dönmekte, bununla da kalmamakta TİKB’nin kurucularından kırpılan sayfalar yazarın kayırdığı imtiyazlı şahıslara ayrılmaktadır.

Kör kör parmağım gözüne denecek kadar bariz bu ayrımcılığın nedeni ne unutkanlık, ne hayatta olmamak, ne kişisel düşmanlık, ne de başka bir şey. O zamanlar çok iyi anlaşan, hoş anıları olan, kimselere hakkımızda kötü laf ettirmeyecek, sırt sırta vermiş yoldaşlardık. Esas neden, gövdeden koptuktan sonra belirli aşamalarda kendi gruplarının (Aydınlık ve THKO) “karşıdevrimci” diye lanetledikleri TİKB’nin kurucuları olmamız. İdeolojik ve siyasi olarak kendilerine en uzak mesafede, uç kutuplarda bulunmamız. Araya siyasi zıtlık girince akrabalık bile işlemiyor: Sayfalar Ertan’ın eşi Gülfem’e açıkken, dipnotlarına itilen kardeşi ve kuzenine (Osman ve Fatih) cimri. Bunun tek istisnası, TİKB’nin en kıdemli kurucusu bana ve harcında emeği olanlara anılarını yazma hakkı tanımama cüreti gösteren, Bektaş Karakaya ile beni ölümle tehdit eden Hasan Selim Açan’dır. Her şey gibi bunun da bir sebebi var tabii.

Sinan Onuş Önsöz’de bu sebebi hararetli bir muhabbet ve minnettarlıkla açıklıyor: “H. Selim Açan hem kendisi yardımcı oldu, önerilerde bulundu hem de başka isimlere ulaşmam için ‘torpil’ yaptı. Ayrıca kitabın hatasız olması için bir kere bile ‘of’ demeden taslağı üç kez okudu. Oya Salaçin Açan da baskı öncesinde metinde bir cerrah titizliğinde düzeltmeler yapıp önerilerde bulundu. Her ikisine de binlerce teşekkür ediyorum.” (s. 10) Selim ve Oya çifti üst anlatıcı pozunda “cerrah titizliğiyle” metinde düzeltmeler (!?) yaparak, ulusalcıların TİKB geçmişinin ilk en önemli ve ses getirici eylemini kökünden sökmelerine yardım ve yataklık ediyorlar. Yazar da bunu karşılıksız bırakmıyor. “Torpil”ciye “torpil” yapıp, kendisini ve ailesini uzun uzun anlatmasına, kitaba ekler ve çıkarmalar yapmasına izin veriyor.

Selim Açan Komün’ün ve soygunun neresinde? O sıralarda liseli bir Basın Yayın Komünü sempatizanı. Soygundan habersiz, ailesinin Yeni Foça’daki yazlığında tatilini yapmakta. Gazete bile okumuyor veya tanımıyor olmalı ki, Kadir Kaymaz’ın fotoğraflarından soygunun bize ait olduğunu dahi anlamıyor. Tatili bitip Ankara’ya döndükten sonra, diğer sempatizanlar gibi kendisiyle de ilişkiye geçiliyor ve para saklamak, bağlantı kurmak gibi yardımlarda bulunması sağlanıyor. Onuş, Selim Açan’ı yaptıkları karşılığında “lojistik konusunda harikalar yaratan” biri, “Komün’ün eli ayağı olan birkaç kişi arasında” (s. 128) diye şatafatlı sözlerle pohpohluyor ve kendisini önde gelen aktörler arasında göstermesine, yerli yersiz ailesinden kimseleri yan öyküler içerisinde anlatmasına, düştüğü dipnotlarla anı kitaplarına gönderme yapmasına göz yumuyor. Anı kıtlığından mustarip olduğu için de, açık adresini verdiği evlerini babasının “banka kredisiyle aldığı”, “subaylık zamanından kalma manevra sandığı” olduğu, üç dört ay yattığı cezaevinde bulaşık yıkamaya gittiğinde erlerin baltayla kıydığı etlerin ABD’nin savaş stoklarından “yardım” diye gönderildiğini öğrendiği gibi lüzumsuz ayrıntılarla sayfa dolduruyor.

Selim Açan ve ailesi bu sayede üçümüzün toplamından kat kat fazla sayfada boy gösteriyor. Sadece TİKB sıfatıyla iş birliği yaptığı için değil, aynı zamanda yazara tavsiye ve önerileri yanında, başka isimlere, daha doğrusu ahbap çavuşlarına ulaşma kolaylığı sağladığı için de… Öyle ki İzmir’deki yakalanmaların ilk halkasını oluşturan Kadir, Gülfem ve benim kaldığım Akademi apartmanına polis baskını ve gözaltı sürecine yalnız bir sayfa (s. 84-85), Selim Açan’ın ve ele verdiği İlknur ve Özden’in yakalanmaları ve gözaltı sürecineyse altı buçuk sayfa ayrılıyor.

Sinan Onuş, konuyla ilgili röportaj yapmak için bana iki kere öneride bulundu. Ben, ulusalcı oldukları için böyle bir çabaya katılmayacağımı söyledim ve öneriyi kesin bir dille geri çevirdim. Aydınlıkçıların devrimci bir eylemi devrimci tarihi sahiplenmek için ele almayacağı ortadaydı. Bir Aydınlıkçı devrimci tarihe olsa olsa operasyon yapardı. Diğer şeyler bir tarafa, Aydınlıkçılar Osman, Fatih ve diğer yoldaşlarımızı yayın organlarında çarşaf çarşaf ihbar eden ve bu ihbarın suçunu onlarca yıl sonra bile hâlâ bir nişane olarak taşıyan bir şebekeydi. Kitabı oluşturanların Aydınlıkçılıktan uzak oldukları gibi bir varsayım en saf olanlar için bile sadece gaflettir. Bu şebeke bugün de Cumhur İttifakı’nın gayri resmi ortağıdır. Bu kadar açık gerçeklere karşın, böyle bir operasyon belgesine nasıl katkı yapılabilir, bu sayfalarda şevkle nasıl yer alınabilir! Bu konuda özeleştiri yaptı da benim mi haberim yok, yoksa “reklamın iyisi kötüsü olmaz” diye akıl yürüten apolitik sokak adamları gibi mi düşünüyor?

Sonuç olarak, baştan beri anlattıklarımızın ne tarihsel olay anlatım tekniğiyle ne de orantıları ve sürekliliği gözetilerek yapılandırılmış olay örgüsüyle bir ilgisi var. Anlatanı da yazanı da iktidarın topluma yerleştirdiği “kazan-kazan” pragmatizmi, liyakat tanımazlık ve nepotizm uygulamalarını aslına sadık şekilde hayata geçiriyorlar. 

Basın Yayın Komünü tutuklularından bir grup. Şirinyer Askeri Cezaevi. 1972 kışı. Ayaktakiler soldan sağa Feyzi, Osman Yaşar Yoldaşcan, Mehmet Fatih Öktülmüş. Oturanlar soldaki Mehmet Çetintaş ve Yaşar Ayaşlı.

Kendini Öv, Kabahatlerini Gizle

Söylendiği gibi olan bir şey hiç olmamıştır.
J. Ranciere

Başka bir insanın hakikati, onun açıkladığı şeyde değil, açıklayamadığı şeydedir.
H. Cibran

İcat edilmiş cezaevi direnişi efsanesinde de değişen bir şey yok: “İlk yakalananlar Şirinyer Askeri Cezaevi’ne gittiğinde oranın komutanı değişmişti. Denizci bir Albay getirilmişti. Cezaevine askeri bir disiplin getirmeye kararlıydı. Göreve başladığı gün Komün üyelerini koridora dizdi, ‘yanlış yolda olduklarına’ dair nutuklar atmaya başladı. Ertan Günçiner dayanamadı… ‘Biz dediğiniz gibi düşünmüyoruz’ dedi. Ardından Aktan İnce’nin tepkisi geldi… Cezaevi Komutanı, kendisine verilen karşılıkları sindirememişti.” (s. 124) Yine, bir not meselesinden dolayı herkesi teker teker odasına çağırıp sorguya çeken Cezaevi Komutanı Ertan’ı da çağırıyor ve notu onun yazdığını söylüyor. Onun reddetmesi üzerine, “Albay iyice gerildi, Ertan Günçiner’in dibine kadar yanaştı. Ertan Günçiner de gerilmişti. Cezaevi Komutanı tokat atmak için elini kaldırınca içgüdüsel olarak Ertan Günçiner tokadı ondan önce yapıştırdı. İçerde askerler de vardı. Ortalık birbirine girdi.” (aynı sayfa) Sonra ne mi oluyor, komutan Ertan’ı birkaç saatliğine tecrite attıktan sonra tekrar koğuşa aldırıyor. Komün’ün koğuşuna gelmeye cesaret dahi edemiyor, dilekçe verip tayinini istiyor. Dahası var. Ertan’a cezaevi komutanı dayanmıyor, yerine gelen “Deli Nusret” de benzer şekilde hizaya getiriliyor: “Yerine Nusret isimli bir albay atandı. Lakabı ‘Deli Nusret’ti. O da Komün’ü adam etmek için gelmişti. Cezaevinde kalanlara askeri elbise giydiriliyordu. Komün ise giymiyordu.” “Deli Nusret” kabul ettiremeyince hemen yelkenleri indiriyor ve hizaya geliyor. Deli deliyi görünce sopasını saklamıştı.” (s. 125)

Aradan yarım asır geçmiş, acaba bunlar yaşandı da ben mi unuttum diye üç cezaevi arkadaşıma sordum, bunlardan haberleri olmadığını, böyle şeyler yaşamadıklarını söylediler. Evet; Ertan’ın ataklığı, cesareti ve soğukkanlılığıyla hepimizin önünde olduğunu göstermek için yakıştırdığı anekdotlardan birkaçıydı bunlar!

Komün’e pike yaparcasına nasıl daldıysa, cezaevi mücadelesine de öyle dalıyor. Böylece ne yazarın ne de “kitabın hatasız olması için bir kere bile ‘of’ demeden taslağı üç kez okuduğuyla” (Önsöz) övdüğü Hasan Selim Açan’ın cezaevinin geçmişi hakkında pek bir bilgisi olmadığını anlıyoruz. Halbuki 26 Ağustos 1971 tarihinde ve müteakip günlerde ilk yakalanan 15 civarındaki kişi arasında ne Ertan ne Aktan (3 ve 9 Kasım’da yakalanacaklar) ne de Hikmet ve Aydın var.[10] Yazar Onuş’un kendi yazdıklarından haberi yok, yer verdiği tek resmî belge olan İzmir Sıkıyönetim Komutanı Cemal Süer’in bildirisini okusa bunun doğru olmadığını, ikisinin de adlarının “ilk yakalananlar” arasında değil, yakalanmayanlar arasında geçtiğini görecek. Nasıl oluyorsa “ilk yakalanan” bizlerden önce tepki gösteriyorlar ve bizim bundan haberimiz olmuyor!

Şirinyer Askeri Cezaevi inşaatı henüz tamamlanmadığından, “ilk yakalananlar” önce Narlıdere’de Sağlık Ocağından bozma askeri binaya nakledildiler. Yan yana uzanan ilk koğuşta kadınlar; ortada biz, zeytinyağı skandalı gerekçesiyle tutuklanan Yahudi Gomeller ve birkaç adli tutuklu; yandaysa aralarında Fethullah Gülen’in de olduğu Nurcular kalıyorlardı. Baskı vardı ama girişte asker tıraşı gibi önemsiz şeyler dışında yaptırım yoktu. Çok geçmeden topluca yeni açılan Şirinyer’e sevk edileceğiz. Göze batmam ve asker gardiyanlarla sürtüşmem nedeniyle sevk sırasında askerler beni yoldaşlarımdan ayırıp, cezaevinin arkasında işkence yeri olarak kullanılan beton korugana götürdüler ve kazma sapıyla sıkı bir falakadan geçirip, ayak tabanlarımdaki şişlik indikten sonra yeni cezaevine götürdüler. Yanılıyor olabilirim ama bunun sorguma bizzat katılan MİT’çi Albay Haluk Zenger’in emriyle yapılmış bir “uslu dur” ikazı olduğunu tahmin ediyorum.

Ertan ve Aktan yakalanmadan önce ve sonra idarenin bazı dayatmaları nedeniyle zaman zaman sürtüşmelerimiz olmadı değil, asker tutuklu muamelesi yapmak da istediler, ama kabul etmedik. Hangi nedenle yaptığımızı hatırlamıyorum ama üç günlük açlık grevi bile yaptık. Mahirlerin, Denizlerin ve Niyazi’nin katledilmelerine karşı slogan atıp mazgallara vurduk. Ancak o dönemde “asker elbisesi giydirme” uygulaması henüz gündemde değildi. Üstelik Şirinyer, Selimiye ve Mamak gibi cezaevlerine kıyasla yumuşak bir cezaeviydi. Subay ve astsubaylar arasında bize iyi gözle bakan birçok 9 Martçı subay ve astsubay vardı. İlk yakalananlardan olarak böyle bir şey yaşansaydı hepimiz bilirdik, zira akılda kalmayacak cinsten bir şey değil. Tahliye olmadan önce Ertan ve Hikmet’le aynı koğuşta kaldık, hiç de anlatıldığı gibi bizi aşan asi tavırlarına tanık olmadım. 12 Mart dönemi için nostaljik bir tat aldığım, bir kısmı güldüren cinsten cezaevi anılarım var, ama kayda değer bir cezaevi direnişimiz olduğunu söyleyemem.

Ertan’ın Şirinyer Cezaevi anılarını, Niğde’de Halkın Kurtuluşçusu olduktan sonrakinin tersine, biri kendisi diğeri Aktan (Dev-Genç Davası için Mamak’a sevk edildiği için çok az kalmıştı) olmak üzere iki kişiyle sınırlaması da aynı zihniyetin ürünü. Küçük bir gruba iki komutan yeter, neferler anılmasa da olur, diye düşünmüş olmalı. Aynı durum Aydın ve Hikmet ilavesiyle mahkemede de devam ediyor. Marksist-Leninist olduğunu ve sosyalizmi kurmak için devrim yapmak istediklerini beyan edenler, mahkemede taşkınlık yapanlar arasında yalnız onların adı geçiyor. Cezaevinde ve mahkemede suskun kişilermişiz, belirli zamanlarda mahkeme heyetine sert tavır koyan ve çeşitli şekillerde protesto eden yalnız onlarmış, bizse tebaa kadar uysal kişilermişiz gibi kendilerinden başkasının adı geçmiyor. Bunlara karşılık anmalıyım; üçünün (Ertan, Hikmet, Aydın) imzası bulunan siyasi savunmayı ise esas olarak olumlu buluyorum. Kendilerine yakışanı yaptılar.

Sinan Onuş, yayınladığı İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bildirisiyle poliste çözüldüğüm izlenimi yaratıyor. Bildiride ilk yakalanan Kadir, Gülfem ve benim adım sıralanarak, “… ismindeki anarşistlerin ifadeleri ve baskın mahallinde bulunan belgelerin bilinçli bir surette değerlendirilmesi sonucu aynı gece İzmir ve Ankara’da yaptırılan baskın ve aramalarla örgüt meydana çıkartılmış ve soygun olayının tam ve gerçek detayları çıkarılmıştır” diye bir genelleme yapılıyor (s. 92). Buradan muğlak da olsa üçümüzün de çözüldüğü anlamı çıkıyor. Hatta bu, Kadir Kaymaz’ın “Tahmini tarif ettim”, sadece Ertan, Aydın ve Hikmet’in adını verdim itirazıyla güçlendiriliyor (dipnot, s. 85). Gülfem Yoldaşcan’ın ne derece çözüldüğünü (Ümit Erel’in aksine) tam bilmiyorum, ama hakkıyla tek direnen benim. Gazetelerde çıkan şube önünde dik ve rahat duruşlu resimlerimden bile anlaşılabilir bu. Yazar zahmet edip dava dosyasına baksaydı, orada kimin çözülüp kimin çözülmediğini kabataslak görürdü.

Gerekçeli Karar’ın 18. sayfasında hakkımda şöyle denmektedir: “Sanık, soygun yapılacağını önceden bilmediğini beyan ederek soygundan önceki eylemleri ret ve inkâr etmekte ise de; Ümit Erel ifadesinde… Gülfem Yoldaşcan’ın da bu hususu teyit etmesi ve Kadir Kaymaz’ın da beyanları… Aydın Çubukçu tarafından da doğrulanmış olması üzerine Gülfem’le birlikte Hatay Caddesinde bir ev tutması ve soyguna müteakipte Akademi Apartmanına gidip yerleşmiş bulunması muvacehesinde soygundan önce soygunla ilgili konuşma ve tartışmalara katılarak suç işleme kararını takviye ve soygundan sonra asli faillerin gizlenmesi hususunda iş ve vasıta tedarik etmek ve onlara moral vermek suretiyle suça fer’i fail olarak katıldığı…”[11] Eğer benim polis ve savcılık ifadelerimde çözüldüğümü gösteren kabuller olsa, savcı önce bunlardan söz eder, iddiasını başka sanıkların ifadelerine dayanarak ispatlamaya kalkışmazdı. Hem ben çözülseydim, Kadir gibi Ankara’ya götürülürdüm. Üstelik o laçkalıkta o kadar çok şey biliyordum ki, yakalanmayanların kimlerden yardım alabileceklerinin çoğunu tahmin edebileceğimden geriye kalanları bir haftada yakalatmam imkânsız olmazdı.

Buna karşılık Ertan ve Aydın olsun, ötekiler olsun kahramanlıklarına dair incir çekirdeğini doldurmayan konularda yalan yanlış, gerekli gereksiz birçok şey anlatıyor, ama poliste çözüldüklerine dair tek söz etmiyorlar. Sinan Onuş, “Polis sorgularında da ‘soygunu dört kişi yaptı, diğerlerine sonradan haber verildi’ denildiği için TCK 146’nın işletilip işletilmeyeceği şimdilik belli değildi” (s. 121) demekle, “asli fail”leri korumaya alıp çözülmediğini ima ediyor. Ama mahkeme heyeti aynı kanıda değil. Kadir’in, Aydın’ın Erhan Erel’in sendikasında yapılan toplantıyı ifadelerinde deşifre ettiğini söylüyorlar.[12]

Kaldı ki, “asli fail” olarak kitabın “kahraman”larından 30’a yakın sayfa ifade veren itirafçı Kadir Kaymaz’ın bilip de anlatmadığı şey yoktu.[13] İtirafları ve geri alma sözünden cayması nedeniyle Nurcuların koğuşuna verilecek, Fethullah Gülen’in telkiniyle namaz kılmaya başlayacaktı. Daha sınırlı çözülen diğerlerine gelince: 50 yıl önceki bir olaydan dolayı kimseyi rencide etmek istemiyorum, ama o kadar üstünlük taslamasına rağmen en başta Ertan Günçiner ve Aydın Çubukçu’nun çözülme bahsinden tek kelime olsun söz etmemelerini doğru bulmuyorum. Ertan yakalanırken Binbaşı lakaplı Ümit Erdal’a kafa atmaya çalıştığını ve gördüğü işkenceyi anlatıyor, ama kimin evini verip yakalattığından hiç bahsetmiyor. Niğde Cezaevinden kaçtığını ve Komün’e paraşütle indiremediği yarı MDD’ci siyasi görüşlerinin TDKP merkezinde kabul gördüğünü anlatıyor, ama TDKP merkezinin emniyet hallerini ve kendisinin bir yıl sonra İzmir emniyetinde yaşadıklarını anlatmıyor. “Aralarındaki sohbetlerde en büyük korkularından biri, polisin elinde konuşmaktı” deniliyor (s. 68) Bu doğru, ama bu kadarla kalmamalı, sonra bunun hakkının verilmediği de söylenmeliydi.

Eğer yazar mahkeme belgelerine bakmak zahmetine katlansaydı orada çözülenlerin ayak izlerini görecekti. Savcı ve yargıçlar polis ifadelerini baştan sona vermezler, fakat iddianame ve gerekçeli kararlarda “sanık her ne kadar savcılıkta reddetmişse de” “Dosya 640 sıradaki zabıta ifadesinde” şunları şunları söylemiştir, diyerek iddialarını kanıtlamaya çalışırlar. Ama eğer sanık konuşmamışsa, başkalarının verdikleri ifadelerden aktarmalar yapmak zorunda kalırlar. İşte, “asli fail”lerin yazara “dosyaların içeriği hususunda” “diğer arkadaşlarını kurtarmak için gerçek olmayan beyanlarda bulundukları” telkini yapmalarının sırrı buradadır.

Kusursuzlarmış, İnanılmaz Zeki ve Cesurlarmış 

Tıngırdayan nalın bir çivisi eksiktir.
İspanyol atasözü

Yazar, aktörlerin kaçaklık dönemine ilişkin ses kaydına aldığı söyleşilerinde kusursuz bir tablo çiziyor. Paraları bir yere gömmek gibi akılcı önlemler (Osman ve Fatih önce Kuşadası’nda gömüyor, sonra çıkarıp Ankara’ya taşıyorlar) veya az yer kaplaması için altına çevirmek gibi hiç de “inanılmaz zekâ” gerektirmeyen önlemler dururken, saklasınlar diye güvenilir olsun olmasın önüne gelene para dağıtıyor, paradan para kazanmayı amaçlayan boylarını aşan pastane işletmeciliği, ev almak gibi fuzuli işlerle uğraşıyorlar. 12 Mart’ın en karanlık zamanlarında dışa kapalı bir yaşam sürdürmeleri ve gizlenmeyi birinci plana almaları şart iken, sıralamakla bitmeyecek akıl almaz acemilikler yapıyorlar. Hemen her gruptan (THKP/C’liler ve THKO’lular)[14] isimlerle, poliste kayıtlı, tanıdık tanımadık, şüpheli, güvenilmez, apolitik kişilerle gereksiz ilişkiler kuruluyor. Gençliğimiz ve gizlilik deneyimimiz olmaması nedeniyle hata yapılmasını bir dereceye kadar normal görüyorum ama bunun bir sınırı var. İnsan hiç olmazsa özeleştiri namına bir şeyler söyler.

Yazarın kafası bu konuda da karışık: “Çember daralıyordu ama Kadir Kaymaz ve Aydın Çubukçu dışında şimdilik deşifre olan yoktu. Onlar da yakalanmamıştı. Ertan Günçiner, Hikmet Çiçek, Aktan İnce okullarına gidiyor, kendi evlerinde ya da arkadaş evlerinde rahatça kalıyorlardı.” (s. 81) İtirafçı Kadir Kaymaz’ın daha yakalandığı gün sadece Aydın’ı değil, Ertan, Hikmet ve Aktan’ı da ele verdiğinden habersiz görünüyor. Dediği gibi evlerine gitseler hemen yakalanırlardı. Olaydan ve ne yazdığından haberi olmayan, bir yerde anlattığının bir başka yerde tersini söyleyen biri kalkmış kitap yazıyor. Hem böyle diyor hem de Aktan İnce’nin ailesinin evinde polisin 50 bin lira (aslında mahkeme belgelerine göre daha fazla) bulduğunu yazıyor. (s. 87)

Güya fokocu gördüğümüz THKO ve THKP/C’den farkımızı, soygunu, silahlı propaganda amacıyla değil, proletarya içerisinde çalışmalarımızı (örgütlenmek, matbaa kurmak, yayın çıkarmak, bildiri dağıtmak vb.) finanse etmek için yapmak olarak koyuyorduk. Bunların hiçbiri yapılmıyor. Ama, sanki savaş başlatacaklarmış gibi bolca tabanca satın alıyor, sokakta çift silahla dolaşıyorlar. Gelgelelim sonunda devletin polisine kalacak silahlar bir kez bile patlamayacak!

Para harcama konusunda öyle tutumlular ki, Hikmet Çiçek aldığı ayakkabının parasını babasına ödetiyor (s. 82); sanki bir o kalmış gibi canı keşkül çeken (adı başka bir yerde de dondurma öyküsüyle geçiyor) zavallı Altan İnce’yi geri çeviriyorlar (s. 86-87); Ertan bu alanda da primus inter pares! “Kasım ayı gelip çatmıştı, Günçiner’in üstünde doğru dürüst bir parka bile yoktu. Parası olduğunda tekrar ödemek koşuluyla zorla ona bir mont almışlardı. Alırken de çok utanmıştı Günçiner.” Silah alması için Feyzi Büyükvural’ı İstanbul’a Zihni Çetiner’e göndermelerini bilmezden gelerek, “Yeni bir silah almak yerine eldekini tamir ettirmeyi daha doğru buluyorlardı,” (s. 68) diyebiliyorlar. Paraları ancak gerekli durumlarda ve dikkatli harcamak gibi ilkesel bir ortak tutumumuz olduğu ve buna uygun davrandığımız doğru. Ancak durumu bu şekilde karikatürize etmek gülünç kaçıyor. Ayrıca, paraların tek kuruşuna dokunulmadığı üzerine sözler ediliyor, ama o kadar çok kişiye dağıtılıyor ki, bunların çoğunu Aktan, bazen Aydın biliyor ve hiçbir muhasebe kaydı yok. Kitapta anlatılmayan, geri dönmeyen paralar var. 

Kendilerini övmekte hızlarını alamayıp muhataplarına övdürtüyorlar. İzmir’de Deniz Saha Komutanlığı’nda yüksek rütbeli bir subay sanki sosyalizm sempatizanıymış gibi “bu adamlar o kadar zeki ki ileride azmedip başbakan olsalar ülkeyi bambaşka bir şekle sokarlar”, “inanılmaz bir zekâya sahipler, yazık değil mi bu gencecik zeki beyinlere!” diyesiymiş. (s. 88) “Bu sırada Mahkeme Başkanı gelip Ertan Günçiner’e uzun uzun baktı, ‘Ben hayatımda sizin kadar cesur adamlar tanımadım. Siz bunları nasıl yapıyorsunuz?”(s. 145) “Aktancılar, 1970’lerin en büyük banka soygununu gerçekleştirdiler fakat o paradan harcadıkları her kuruşu hem de faiziyle tekrar bankaya ödemiş oldular.”(s. 169) 

Karşıtlar birbirlerinden nefret ettiklerinden, akıllarından öyle geçse dahi istisnai durumlar dışında hiçbir zaman yüzümüze açıkça söylemezler bunu. Onların ifade etme şekli başkadır. Bunların çoğu sizin uydurmanız değilse, hüsnükuruntunuz. Bu jargon soyguncuların evcilleştiğini ima etmeyi, meşruiyetini düzenden alan Aydınlık’la aradaki zıtlığı gidermeyi amaçlıyor. Gerek aynı süreci yaşadığımız dönemde gerekse TİKB aşamasında, hepimizin en zekisi, en cesuru, en “şehir eşkıyası” Osman başta olmak üzere, düşmanlarımız hiçbirimizi böyle övmediler. Tersine, tıpkı Aydınlık gibi suçlayıp karaladılar. Düşman seni övüyorsa bunda bir bit yeniği vardır. Ulusal solcu kafaya bunları söyleten, devlete yaslanması ve meşruiyeti burjuva yasallığında aramasıdır. Hikmet Çiçek soygunda geri dönmeyen paraları yapılandırarak bankaya geri ödemekle övünüyor. Harcanan paraları “100’er bin liralık taksit”lerle kuruşu kuruşuna ödemenin, yaptığına pişman olduğu, düzene kendini affettirmeye çalıştığı manasına geldiğini düşünmüyor bile.

Üstelik bunu Komün’ün ortak tutumuymuş gibi göstererek çarpıtıyor. “Yani Basın Yayın Komünü ya da diğer adıyla Aktancılar, 1970’lerin en büyük soygununu gerçekleştirdiler fakat o paradan harcadıkları her kuruşu hem de faiziyle tekrar bankaya ödemiş oldular.” (s. 169) Ödeyen Komün’le yolları ayrılan sizlersiniz, hikâyenin devamında hiçbir zaman böyle bir şey olmayacak. Ziraat Bankası avukatının, “Soyguncunun sizin kadar namuslusu bu dünyaya bir daha gelmez” (s. 169) sözü, ulusalcılar ve liberaller için övünç konusu olabilir, ama devrimciler için asla. Devrimcilerin geleneksel söylemi dünyanın neresinde olursa olsun değişmez: “Biz soyduk ama halkı değil, halkı soyanları soyduk.”

Sırf kapitalist sisteme alternatif bir toplum adına mücadele ettiğimiz için bizi kriminalize eden, cezalandıran, sürüm sürüm süründüren ve itibarsızlaştıran bir devletle barışmak gerçek devrimcilerin değil, rotayı şaşıranların tutumudur.

İnkârcılığın Ulusalcı Versiyonu

Aydınlık’taki tanıtım röportajında Hikmet Çiçek, bir yandan itibarından yararlanmaya doyamadığı soygunu öve öve bitiremiyor, bir yandan da alttan alta laf sokmayı ihmal etmediği Komün’ü ve eylemini onaylamadığını söylüyor. Hem perhiz yapıyor hem de menüsünden turşuyu eksik etmiyor. Ona göre, “1968’in tam bağımsızlıkçı, anti-emperyalist geniş kitle eylemlerinin yerini, bireysel serüvenci eylemlere bıraktığı günlerdi. Başarı şansı olmayan, nitekim bütün gruplar için yenilgiyle sonuçlanan eylemler oldu. Yanlış eylemler 12 Mart darbesine giden yolun da taşlarını döşedi. Darbe içi darbeler, iç çatışmalar, ihanetler, tasfiyeler, devrimci gençleri kullanmalar, ajan faaliyetleri ile dolu geçen birkaç yıllık bir süreç.”[15] 

Basın Yayın Komünü olarak soygun olayına THKO ve THKP/C’den farklı baktığımızı biliyor, buna rağmen bir Aydınlıkçı olarak, bizim de bir parçası olduğumuz 71 devrimciliğinin yenilgisini bahane ederek üzerine tümden çarpı atıyor.[16] Başarıyı doğrunun ölçütü sayacak kadar da pragmatist. Devrimler tarihinin yenilgilerle döşendiğini bilmezden geliyor.

12 Mart faşist darbesine yol açan sebepleri arka planından, iç ve dış dinamiklerden soyutlayarak, yalnız 71 devrimcilerinin eylemlerine bağlayanlar, darbeyi bizzat yapan güçler ve onların önünde diz çöken tövbekâr solcular oldular. Gerek 12 Mart’ı gerekse 12 Eylül’ü sadece ABD’nin oyununa gelinmesiyle, sadece TSK, MİT ve kontrgerillanın devrimcileri ve ülkücüleri piyon olarak kullanıp birbirlerine kırdırtmasıyla, sadece devrimcilerin “karanlık güçler”in tuzağına düşmesiyle açıklayanları, biz, ister THKP/C, ister TKP, ister Aydınlık, ister kendi geleneğimizden olsunlar komplo teorisi başlığı altında sınıflandırıyoruz. 71 devrimciliğinin bir yönü kendini düzenin yasallığına hapseden geleneksel Türkiye sosyalist hareketinden kısmi bir kopuş, ileriye doğru devrimci bir sıçrayış iken, diğer yönü sol aşırılıkları düzeltilerek üst düzeye yükseltilmesi gereken köktenci bir küçük burjuva devrimciliği türüdür. Böyle değerlendirmek başka, onu büsbütün “yanlış eylemler” diye kodlayıp, “devrimci gençleri kullanma”, “ajan faaliyetleri” ile açıklamak başkadır. Bu tam da başını Küpeli-Aktolga-Töre gibi 12 Mart yılgınlarının çektiği “Abdülhamitçilik” diye anılan saf inkârcı nedametçilerin bakış açısıdır. Bunun tersyüz edilmiş başka bir biçimini ise, tam da Hikmet Çiçek’in iltihak ettiği dönemde “Üç Dünya Teorisi”ni savunan Aydınlık hareketinin “baş düşman Sovyet sosyal emperyalizmidir” tezi etrafında geliştirdiği teori ve pratik oluşturmaktaydı. İkisi de yenilgi ideolojisi olarak ortaya çıkmışlardır.

Manevi ve ideolojik sponsoru Hikmet Çiçek, Onuş’un “gelecek nesillere önemli bir hizmette bulunduğunu” söylüyor. Zira, kitabı, “Devrimci gençleri kullanmalar, ajan faaliyetleri ile dolu” bir süreçte, “yanlış eylem” aktörlerinin doğru yolu nasıl bulduklarının hikayesi olarak anlamlandırıyor: “Süreçleri doğru okuyamadık (…) Sayın Doğu Perinçek bu süreçleri en sağlıklı okuyan lider oldu. ABD izlerini ve görevli isimleri de açıkladı. Bu da bizlerin o yıllarda Vatan Partisi’ne katılmasını sağladı. Bugünün devrimci eğilimli gençlerine Türkiye Gençlik Birliği’nde (TGB) oluşan tecrübeye katılmalarını öneririm.”[17]

Onuş daha açık ve net konuşuyor: “Kitabı yazarken bu cümleler hiç aklımdan çıkmadı. Çünkü ABD, Soğuk Savaş döneminde Türkiye’yi bir laboratuvar olarak kullanmıştı ve o dönemin ülkedeki en zeki, en çalışkan, en iyi eğitimli gençlerini kırmak üzerine bir siyaset izlemişti.”

Devrimci gençler ABD tarafından laboratuvarda kobay olarak kullanıldı ve boş yere harcandı! Her kitabın bir mesajı vardır, bu kitabın mesajı da budur. “Gençler sakın çizmeyi aşmayın, yoksa ABD’nin oyununa gelirsiniz.” Sanki iktidarlar 75 yıldır bu oyunun aletleri değilmiş, ya da AKP Hükümetini destekleyince bunun dışına çıkılabilirmiş gibi.

Burada söylenenlerle, Nahit Töre, Küpeli ve Aktolga’nın “Abdülhamitçilik” diye de anılan provokasyon teorileri arasındaki fark sadece söylemin biçiminde ve ayrıntıdadır. Egemen sınıfların bir fraksiyonuna karşı ötekine arka çıkma bakımından özsel bir fark yoktur. İkisinin argümanı da “ABD ve Türk devleti her şeyi biliyordu, önce kışkırtıp beklediler, sonra da ezdiler” diye özetlenebilir.

Aydınlık gazetesi “Namuslu soyguncuların öyküsü” diye kitabı övdü. Odatv,[18] Hikmet Çiçek[19] ve Soner Yalçın[20] reklamını yapmakta neden bu kadar heyecanlanıp dört koldan küreklere asıldılar dersiniz? Cevabı basit. Foyası dökülmüş Aydınlık hareketi, Cumhur İttifakı’nın gayri resmi ortağı olarak sıfırın altına düşmüş itibarını, geçmişte saygınlığı olup sonradan kendi ılık limanlarına sığınanların yeniden üretilmiş kurmaca anılarıyla kurtarmaya çalışıyor. İtibar nakli diyebileceğimiz bu tür aşırmaları ilk defa yapmıyor bu tarikat üstelik. Doğu Perinçek, “Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar benim emrimdeki kişilerdi” demedi mi? Arkadaşım Deniz Gezmiş diye kitap yazmadı mı? Mahir’in Kızıldere’ye gitmeden önce kendisiyle görüşmek istediğini, fakat görüşemediklerini iddia etmedi mi? Vakti zamanında Abdullah Öcalan’ın ayağına kadar giderek şimdilerde baş düşman gördüğü PKK’nin yasal temsilciliğine soyunmadı mı?

Tarihsel materyalist geçmiş deneyimleri ve anıları birilerinin egolarını tatmin etmek için kitap yazmaz. Düzene aykırı eski eylemleri reddederek mevcut rejimle barıştığını göstermek için de yazmaz. Yazarsa geçmişten ders çıkararak şimdiki ve gelecekteki mücadelelere faydalı olmak için yazar. Sinan Onuş ve bilumum sponsorları ile ayrıldığımız nokta budur işte.

Kitap, banka aracı soygunu ve Komün’ün hakiki bir anlatımı olduğu iddiasındadır. Sorsanız senden benden tarihsel materyalisttirler. Ancak gösterdiğimiz gibi kurgu yönü ağır basmaktadır. Tarihin nesnel yazılamayacağını iddia eden postmodernistlerin diliyle “söylem”dir. Bu yüzden, yazarı ve bazı katılımcıları için, postmodernist olduklarının farkında olmayan postmodernistler diyebiliriz.

Sonuç Yerine

Tarihçiler katılımcıların ya da görgü tanıklarının anılarına veya benzeri malzemelere, nihai kaynaklar olarak değil, olayların tarihsel anlamının nesnel çözümlenmesinde yardımcı olacak kaynaklar gözüyle bakmalıdır. Demek ki, sözlü tarih çalışmaları öznelliklerinden arındırılıp nesnel bir analize tabi tutulmadan tarihin yeniden yazımında kaynak olarak kullanılamaz. İleride solun tarihini yazacakları yanıltmaktan başka bir özelliği olmayan, okunmaya değmez Halk Adına Paralara El Koyuyoruz adlı kitap buna iyi bir emsaldir.

Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi, söyleşiyi yapanın ve yazıya dökenin kapasitesine, ideolojisine ve amacına bakmadan tarihin en iyi canlı tanıklara dayanılarak yazılabileceği görüşüne kapılmamak ve sözlü tarihi istismarcıların elinden kurtarmak gerekiyor.


[1] Sinan Onuş, Halk Adına Paralara El Koyuyoruz, Doğan Kitap, birinci baskı, İstanbul 2024.

[2] Marc Bloch, Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik Mesleği, Gece Yayınları, s. 5.

[3] Yalan yanlış, kırık dökük bilgiler: “Grubun üyeleri evlerinde ya da başka bir yerde kalmak yerine Basın Yayın Yüksek Okulu’nun alt katında yaşıyorlardı. 24 saatlerini burada geçiren grup…”  (s. 24-25), “Duvarlara hedef tahtaları asılmış, atış talimi yapılıyordu”, “Burası o kadar güvenli bir üstü ki, Deniz Gezmiş 1969’da cezaevine girmeden önce Ankara’ya kaçmış, ODTÜ yurtları yerine burada kalmıştı.” (s. 24) Halbuki Aktan, Aydın, Hikmet ve diğerleri çoğu zaman kendi evlerinde, gerektiğinde alt katta kalırlardı. Atış talimi yapılan tek bir pano vardı ki, o da yatakhane olarak kullanılan alt katta değil, onun altındaki en dip bodrumdaydı. Deniz Gezmiş kaçakken Basın Yayın’ın altında kalmadı vs., vs.

[4] Hikmet Çiçek, 10 Mart 2024.

[5] Yaşar Ayaşlı, “Bizim Aydın”, Teori ve Politika, Sayı: 50 (https://teorivepolitika1.net/2012/10/14/bizim-aydin/)

[6] Bu konudaki diğer bir çarpıtma da, “1971’deki dağa çıkma stratejisinin ‘küçük burjuva maceracılığı olarak’ nitelenmesinden sonra iki grup arasındaki farkların ortadan kalktı”ğı iddiasıdır. (s. 152) Bu doğru değil. Aramızda başka ayrılık noktaları da vardı, ancak bunu tespit eden bir protokol imzalamadan ilkesiz bir birleşme yaptık. Dolayısıyla, denildiği gibi görüş ayrılıkları sonradan çıkmadı.

[7] Üstelik tasarı düzeyinde kalmış bu eylem girişimleri bile, Ertan’ın katılımının değil, ona hazır olgunluğa ulaşmış Komün altyapısının ürünüdür.

[8] Hep Feyzi’yle birlikte dolaşan Niyazi çok sevdiğimiz bir komün yoldaşımızdı. ”Komün üyeleri soygundan sonra yakalanınca THKO ile yakınlaşmıştı.” (s. 126) sözü doğru değil. Darbeye doğru biraz kendini çekmişti, sanırım hayatına mal olan kurtarma eylemine Deniz sevgisi ve güçlü devrimci duyguları nedeniyle katıldı.

[9] Bu gerekçe bana Mustafa Kuseyri’nin dilinden düşürmediği, “Serçe parmağım ağrımasaydı sabaha kadar dövüşebilirdim” esprisini hatırlatıyor.

[10] Enteresan olan bir başka şey de Aktan İnce ve Hikmet Çiçek’in “üç gün süren emniyet sorgularının ardından” (s. 114) işkence görmeden Şirinyer Askeri Cezaevine gönderilmeleri. Bu yönüyle Basın Yayın Komünü’nden olup da, 12 Mart’ta (ve 12 Eylül’de) işkence görmeyen istisnai kişiler olmalarıyla dikkat çekiyorlar.

[11] Esas No.1973/154, Karar No. 1973/227, s. 18.

[12] Adı geçen dosya, s. 13.

[13] Davanın silahlı soygun gerekçesiyle TCK’nın 497. Maddesiyle başlayıp, sonradan 146’ya çevrilmesi ise mahkeme heyetlerindeki değişiklikler sonrasında olmuştur.

[14] Kıssadan hisse: “Aktan İnce, Hukuk Fakültesi öğrencilerinden Erol Gültekin ile yolda karşılaştı… Kürtlerin oluşturduğu bir gruba dahildi… ‘Bizim uygun yerlerimiz var, sizi bir arkadaşla tanıştırayım, onun güvenli bir evi var’ dedi… Aktan İnce Ertan Günçiner’e, ‘Erol Gültekin bizi saklayabilirmiş, kendisiyle bir görüş’ diye bilgi verdi.” (s. 107) Erol’a 300 bin lira veriliyor saklaması için. Yakalandığında evinde 30 bin lira çıkıyor, gerisini yakalanacağını anlayınca yaktığını söylüyor. Doğru olmadığı şüphesi var. Tanıştırdığı kişi ise, Ertan’ın anlattığına göre, polis muhbiri çıkıyor.

[15] Aykut Diş, “Söyleşi: Namuslu soyguncuların öyküsü”, Aydınlık, 16 Mart 2024 (https://l24.im/blUD5X)

[16] Adı geçen yazı.

[17] Aynı yazı.

[18] 4 milyonu halk adına aldılar, Odatv.

[19] Hikmet Çiçek, Basın-Yayın komünü, Odatv, 29 Nisan 2024/ Ayrıca: https://www.veryansintv.com/yazar/hikmet-cicek/kose-yazisi/basin-yayin-komunu/

[20] Soner Yalçın, Yanaklarım ıslanarak okudum… Basın-yayın komünü.