Orta Doğu’daki direniş hareketlerinin kolaycı bir laisist mantıkla “barbar” yani “düşman” kategorisine atılıp, geniş laisist kitlelerin Batılı emperyalistler safına iltica etmesi yeni bir olgu değil kuşkusuz. Devrimci duyusunu yitirmemiş az sayıdaki aykırı örneği seçkin yerlerine koyarak vurgularsak, Irak’ın CNN canlı yayınında bombalanması, işgal ve Felluce direnişi günlerinde de hem sosyalist solun geniş kitleleri hem de geniş kurmaylığı “Ne Sam ne Saddam” sloganı ile stratejik olarak sıfır noktasına demir atmıştı. Bu modernist akıl yürütme süreci ile gelinen nokta objektif olarak “Sam Amca”nın yanıydı. Sosyalist solun bu geniş kesimlerinin kurmaylığı Saddam’ın asılması ile odada Sam Amca ile baş başa kaldığını fark etti mi? Günümüzden bakıldığında 7 Ekim hurucunu izleyen günlerde daha berrak bir tavır alındığı gözüküyor, fakat bu sefer de başka bir kopukluk meydana geliyor ve en geniş manevra alanına sahip politika hayata geçirilemiyor. Sosyalist solun örgütlü kesimlerinin çoğunun kurmaylığı, 7 Ekim harekâtında ikirciksiz ve berrak bir tutum takınarak, Filistin direniş gücünün politik niteliğini tartışma dışına itmişken, onun politikasının öznesi olan geniş kitleleri laisist sığ mantık ile aktüel olanı kavramaya devam ediyor; bu da sosyalist solun kurmaylığı ile bağ kurmak ve politika yapmak istediği kitleler arasında bir boşluk yaratıyor.
Birincisi şunu sorabiliriz; sosyalist sol, celp etmek için yanlış öznelere sesleniyor olabilir mi? Yani sosyalist solun kurmaylığı, zaten önsel olarak yanlış bir kitle stratejisi mi kurgulamıştır? Bu daha çetrefilli bir sorudur ve sanıyorum burada cevaplanamaz. [1]
İkinci elden şunu söyleyebiliriz; tarih ve politika bilimleriyle sabittir ki yaşam boşluk kaldırmaz. Mutlaka doldurulur.
7 Ekim’de başlayan süreçte iktidarın toplumsal mühendislik ve psikolojik harekât aygıtının; hiç boş durmayıp bu çatışmayı Türkiye’nin devrim bakış açısından bir pseudo, “sahte” “laik – mütedeyyin” çatışmasına yakıt yaptığı görülüyor. Yaşadığımız ülkenin egemen sınıflarınca kurgulanan ve halk güçleri ile aralarındaki dengeyi egemenler lehine yeniden kuran en mühim unsurlardan biri bu “kulturkampf”. Bir tarafı “çağdaş yaşam tarzı” diğer tarafı “mukaddesata dönüş” olan bu manivela, egemenlerin kritik dönemeçlerde geniş yığınları çeşitli egemen blokların siyasi temsillerine kilitliyor. Filistin meselesinde de sözünü ettiğimiz “boşluk” yaşam tarafından böyle dolduruluyor. Sosyalist solun elleri titredikçe boşluk daha da genişliyor. [2]
Sosyalist solun, politika yapmak ve harekete geçirmek için uğraş verdiği, bir bakıma da nicel ve nitel mevcut zayıflık ve zaaflarından dolayı mahkûm kaldığı bu küçük burjuva laisist kitle, bugün ideolojik olarak mevcut saflaşmada kendisini yalın bir biçimde İsrail ile özdeşleştirmektedir.
Bu kitlenin mantıksal önermeleri aşağı yukarı şöyle bir şablonla karşımızda durmaktadır:
– İsrail, Orta Doğu “bataklığındaki” tek nispi Batılı ve demokratik ülkedir. Yanlışları vardır tabii, ancak Batılı kurumlara [3] sahip bu ülke yine Batılılık sayesinde kendisini revize edebilir.
– AKP, HAMAS ile özdeştir. Hatta ve hatta, Gazze’deki gerici cihatçılarla buralarda “laik yaşam tarzını” boğmaya çalışan “hacılar” da özdeştir.
İşte bu kitlenin politik mantığı nezdinde İsrail, Türkiye’deki laiklik çatışmasının bir tür dış cephesini açmıştır. Gazze’den gelen insanlık dışı görüntülere vicdani bir acıma duygusuyla yaklaşsa da, bu kitlenin ortalama bireyi için, bu akıbeti bizatihi onlar davet etmiş, neticede “önce onlar” saldırmıştır.
Bu nazarın sosyalist soldaki nispeten önemsiz görünebilecek bir yansıması da geniş kitle eylemleri olarak kurgulanan ancak birçok başka ülkeyle kıyaslandığında küçücük kalan ve halkımızın mütedeyyin kesimlerinin de kısmen katıldığı Filistin eylemlerinde, birtakım grupların attığı HAMAS sloganlarına, “iki boyutlu” solcular tarafından FHKC sloganı ile karşılık verilmesi hadisesidir. Kuyunun dibindeki kurbağanın, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar zannetmesi gibi; bu iki boyutlu solculuk da Türkiye’de egemenlerin var olduğunu düşünmemizi istediği laiklik çatışmasını Filistin’e uyarlamaya çalışmaktadır. Gerçekte HAMAS ve FHKC aynı cephede çarpışan müttefik örgütlerdir. FHKC militanlarının feda eylemlerine gitmeden önce namaz kıldıkları bilinmektedir. Filistin’in tarihi ve başka bölgeleri dışında, bugünkü Gazze gerçekliğinde zerre-i miskal yeri olmayan böyle bir karşıtlığı kendi kendilerine üretip adeta karşılıklı nispet yapma işini sürdürmek en hafif tabirle politik bir akıl tutulmasıdır. Ayrıca bu iki boyutlu solculuğun yerelleşme düzeyinde asla ve kata anlamlı bir bilinç düzeyine erişemeyeceğini, yani direkt bir şekilde devrimci potansiyelden yoksun olduğunu gösterir. Fakat bu yerelleşmiş bilinç düzeyi de başka bir tartışmanın konusudur.
Kimse geniş kitlelerden Siyonist İsrail’in katliam tarihine derin bir hâkimiyet tabii ki beklememelidir. Ancak bu baştan aşağı akla ziyan önermelerin altında yatan politik motivasyon oldukça tehlikelidir, ve solun politika yaptığı özne olarak bu ideolojik formasyona sahip insanlar grubu, solun ideo-politik ve jeo-politik perspektifini esir almış, onun manevra alanını daraltmıştır. Sorun budur.
Sosyalist solun örgütlü kesimlerinin büyük çoğunluğu, Filistin hususunda tarihsel konumunu korumuş ve ikirciksiz, temiz bir politik tavır ortaya koymuştur. Yine de, savaş 7 Ekim’den bu yana sürmekte ve şiddetlenmektedir. Gazze çarpışması parçası olduğu daha geniş 3. Dünya Savaşı konjonktüründen ayrı düşünülmemelidir. Sosyalist solun politika üreticilerinin ciddi bir kısmı, Gazze’yi Kursk’tan, Tahran’dan yalıtarak ele almaktadır. Bu ele alış biçimi diyalektik ve Marksist olmaktan uzaktır. Gazze’yi dünyanın diğer çarpışma noktalarından kopararak ele almaya çalışmak, Gazze çarpışmasını bir çeşit teolojik iyi insanlar ile kötü insanların çarpışmasına dönüştürmek, onun yanında konum almayı “kolaylaştırmaktadır”. Sosyalist solun politika üreticilerinin geniş kesiminin bu noktada muradı bellidir: Gazze ile dayanışmak, ancak bunu yaparken Tahran’dan, Pekin’den ve Moskova’dan uzakta durmayı başarabilmek… Böylece laisist ve küçük burjuva tabanla aralarında oluşan boşluğu “sürdürülebilir” bir mesafede tutmak istemektedirler.
Uyarmak gerekir, nesnel çelişkilerin dayattığı somut durumlara öznel dirençler göstermek sürdürülebilir değildir.
HAMAS’tan örnek vermek çarpıcı olabilir. Konjonktürel rüzgârın etkisine kapılarak HAMAS, 2012 yılında siyasi bürosunu Şam’dan Körfez ülkelerine taşıdı. Bu tercih kuşkusuz HAMAS’ın o günlerde çok daha kuvvetle hissedilen İhvancı kökenlerinin bir semptomu idi. Doğal ve jeo-politik müttefiki olan Direniş Ekseninden koparak Anglo-Sakson ideosferdeki Körfez yönelişine girmişti. Bu yönelişin cevabını, ilerleyen yıllarda İsrail’in fütursuzca genişlemesi, Filistin direnişinin bütün kırmızı çizgilerini çiğneyerek Kudüs’ün başkent ilan edilmesi ve işbirlikçi gerici Arap devletlerinin İsrail ile İbrahim Antlaşmaları imzalaması ile aldı.
7 Ekim hurucundan bir gün önce, 6 Ekim tarihinde Filistin davasının manzarası aşağı yukarı şöyleydi: Filistin mücadelesi uzun yıllardır süren sessizliği sebebiyle uluslararası bağlamda unutulmaya başlanmıştı; İsrail ve Körfez ülkeleri Gazze doğalgazını paylaşma planları yapmaktaydı ve Arap ülkelerinin büyük kısmı İbrahim Antlaşmaları sonucu İsrail ile arayı düzeltmek için sıraya girmiş durumdalardı.
Filistin davası can çekişiyordu ya da ölmüştü ve ceset ortadaydı. Ancak tarih gösteriyor ki layıkıyla gömülmeyen her ölü, mutlaka geri döner. Bu bağlamda 7 Ekim hurucu hem Filistin davasının adeta kefenini yırtmış, hem de onun İhvancı kökenlerinden arınma sürecini ciddi ölçüde hızlandırmıştır. Zira Filistin direnişi, özelinde HAMAS, çeşitli hatalı politik yönelişlerin ardından tarihsel ve jeo-politik tek müttefiki olan Direniş Ekseni gerçeğini bilince çıkarmış ve bu yönelişe tam anlamıyla girmiştir.
Somut durumun somut tahlilidir. Bölgemizde bir değil, üç İsrail varken Direniş Ekseni objektif müttefiktir. İsrail’lerin ikisini gayet açıklıkla görüyoruz; üçüncülüğe ise büyük bir hevesle Azerbaycan talip olmaktadır.
İsrail’in kaçamak bir biçimde sürdürdüğü ateşkes müzakerelerinin muhatabı İsmail Haniye’nin namertçe şehit edilmesinin ardından HAMAS’ın siyasi büro şefliğine oy birliği ile seçilen Yahya Sinvar’ın politik kimliği ve biyografisi de Direniş Ekseninin ağırlığının artacağına işaret ediyor. Ayrıca, devrimci mücadele ve ulusların kurtuluş savaşlarının çarpıcı tarihi bize egemen devletlerin belirli şematik davranışlarını göstermektedir. Bunlardan biri egemen gücün, karşısındaki ulusal gücün siyasal önderliği ile savaş aygıtı arasına sürekli hamle yapmasıdır. Bu hamle, siyasi merkez ile savaş aygıtını ayırmaya, özellikle savaş aygıtını tecrit edip siyasi merkez özelinde reformist sonuçlar almaya yöneliktir. Siyonist İsrail’in de kuşkusuz oyun planlarından biri olan bu stratejinin, Yahya Sinvar gibi savaş aygıtının merkezinden gelen birisiyle büyük oranda boşa düştüğünü söyleyebiliriz.
Nesnel koşullar ve tarih üretici gücü, bizlerin öznel tercihlerini buruşturup çöpe atmaktadır. Devrimci politikanın salınımı şuradadır: Nesnel koşulların berrakça kavranışı, bu koşullara karşı Don Kişotça erdem hücumuna girişmemek, ancak devrimci politikanın üretkenliği ve yaratıcılığı ile bu nesnel koşulları devrimci koşullara dönüştürmek…
Verili koşullarda HAMAS’ın politik niteliğinin İslami karakterde oluşu tabiri caizse boş değil, bomboş bir gösterenden ibarettir. HAMAS, üç boyutlu ve asimetrik devam eden Üçüncü Dünya Savaşının aktörlerinden bir tanesidir. HAMAS’ı ve Gazze direnişini NATO’nun Ukrayna’yı Rusya’ya karşı, Tayvan’ı da Çin’e karşı İsrailleştirmesinden soyutlamamak gerekir. Gerçek budur.
Geleceğimizde daha yakıcı bir gerçek daha gözükmektedir. Bölgemizde ikinci bir İsrail kurgusunda konumlanan yaşadığımız ülke de, İran’a karşı Ukraynalaştırılmaktadır. Mevcut iktidarın İran politikasında kitleler nezdinde başarmak istediği toplum mühendisliği burada saklıdır. Türkiye, NATO kurmaylığının oyun planı çerçevesinde İran’a karşı bir mızrak ucudur. Bunun toplum nezdinde bir mobilizasyona dönüşmesine sosyalist sol, laisist ve çarpık modernist reflekslerle yardımcı olmamalıdır. Bu tehlikelidir, politik uyanıklık gerektirmektedir.
Dipnotlar
[1] Politika “tebliğ” ile başlar. Yuhanna 1:1 bizi bu konuda bilgilendirir, “başlangıçta söz vardı” der. Sözün özü, tebliğin ulaşacağı, ona kulak kesilecek özneyi mutlak biçimde belirleyicidir. Örnek vermek gerekirse; tebliğini bisiklet yollarının yetersizliği üzerine kurgulayan bir sol tebliğ, Fransa’da gördüğümüz gibi bilhassa kırsalda ciddi orta-alt sınıf kitlelerin sağın tebliğine kaptırılması ile sonuçlanacaktır. O tebliğin alıcısı orada değildir. Politika insanın yaratıcı eylemi ile süren bir faaliyet ise burada eyleyen insanın “kim” olduğu müthiş önemlidir. Dolayısıyla sosyalist solun kimleri, niçin örgütlediği, kadrolarını hangi sınıftan kimselerle doldurduğu da.
[2] Sosyalist solun kültürel hegemonya cephesinde aldığı feci hezimetin sonuçlarını hissetmediğimiz tek bir gün dahi yok. Sosyalist sol kendi değer yargıları ve kültürel kodları ile alternatif, tam teşekküllü bir yaşam tarzını yeniden kurgulayıp kendi hikayesini anlatmaya başlamazsa, egemenlerin iki kültürel kampından bir diğerine, bilhassa Avrupamerkezci ve laisist / modernist olana yaslanmaya devam edecek. Dünyevi bir yaşamı tüm motifleriyle kurgulayıp egemenlerin diskuruna bir karşı hegemonya ile yanıt verilemezse, solun anlattığı “devrim ilahiyatı” bugün gördüğümüz gibi geniş yığınlar nezdinde pek de alıcı bulmamaya devam edecektir.
[3] “Batılı kurumlar” esprisini aşağı yukarı şöyle açabileceğimizi düşünüyorum: Tarihi muntazam bir birikim ve sürekli ufka doğru ilerleme olarak kodlayan sığ mantık, burjuvazinin üst-yapısal değişikliklerini, bu yeni ideolojik ve bürokratik formasyonlarını “Batılılaşma” olarak kodlar. Bu kod, deşifre edildiğinde esasında azgınca kapitalistleşme demektir. Ne kadar “Batılılaşıyorsak” topraklarımızdaki kapitalizm o derece vahşileşiyordur.