Bazen vesile oluyor; olması da iyidir aslında. Bir konu üzerine yeniden düşünme imkânı ortaya çıkıyor. Hüseyin Cevahir’in hayatını konu alan “Aşkla Sana” belgeselinin danışmanı Doç. Dr. Bülent Küçük’ün Duvar’da yayımlanan röportajı da, bu anlamda, bazı şeyleri yeniden anlatmak için bir başlangıç olabilir.
Henüz izleyemediğim belgeselin değerli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Yakın tarihe ait bu tür çalışmaların çoğalması sevindirici ayrıca. Bu bağlamda Ayrıntı Yayınları’nın Ulaş Bardakçı, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Sinan Kazım Özüdoğru ve yine Hüseyin Cevahir üzerinde yaptığı çalışmalar da önemli; ki bu devrimcilerden bazıları bırakalım yeni kuşakları, benim kuşağım tarafından bile az bilinen insanlardır. Önemli, çünkü bütün diğer şeylerin yanında bazen bu kişisel anlatılardan, anekdotlardan dönemin devrimci hareketinin davranış biçimleri, refleksleri, vb. üzerine önemli ipuçları çıkabiliyor. Bu sadece bizim yakın tarihimiz açımızdan değil, genel olarak da böyledir. Anı kitapları, titiz hazırlanmış biyografiler, çoğu zaman teorik yazılardan daha çok ayrıntı içerirler. Örneğin Haydee Tamara Bunke’nin (Tanya) yaşamını anlatan bir kitabı okurken ‘devrimleri yaymak’ için 1960’larda Che’nin liderliğinde kurulan özel bir ‘komite’nin nasıl çalıştığını, Gioconda Belli’nin ‘Tenimdeki Ülke: Nikaragua’ kitabını ya da Tomas Borge’u okurken Küba’daki bazı askeri bölgelerin nasıl Bekaa Vadisi’ne çevrildiğini ve bu konularda yapılan tartışmaları da fark edersiniz ve bunlar çoğu zaman resmî kayıtlarda olmayan ayrıntılardır.
Sonuç olarak, anlatılan insanlara/tarihe saygı ve yeni kuşaklara olan sorumluluk duygusu muhafaza edildiği sürece, ortada özel bir problem de yok.
‘İntihar koşusu’ mu?
Doç. Küçük’ün röportajında bir sorun var mı peki? Sanırım var.
“1971’den sonra solun bir tür intihar koşusuna sürüklenmiş olması” meselesinde zaten var ama alıştık onlara; kendimi bildim bileli, yani neredeyse 50 yıldır bu tür bezdirici şeyleri dinledim. Herkesin görüşüne hürmet edelim, tamam ama ciddi teorik ve siyasal arka planı olan stratejik olguları ‘sürüklenme’ ve ‘intihar koşusu’ (Amok?) olarak görmek/göstermek, bana sorarsanız ‘hafif’ bir yaklaşımdır. Bunun o çizgi ve hareket hattını doğru bulmakla yanlış bulmakla ilgisi yok. O yüzden ‘hafif’ kavramını kullanıyorum; yoksa daha sonradan Çayan’ın politik planını doğru bulmayan siyasal ekipler de olmuştur ve “bu yanlıştır/doğrusu şudur” diye de görüşlerini ifade etmişlerdir. Burada sorun, doğruluk/yanlışlıktan ötede, yaşanan olgunun gerçekliğine saygı duymaktır. Çayan’ın önderliğindeki ekip, bir yol izlemiş ve bunun gerekçelerini de sayfalarca yazarak ortaya koymuştur. Gayet açık ve net. Bugünden bakarak söz konusu yolun, herhangi bir X momenti üzerine “şöyle yapsalardı iyi olurdu” diyerek hayıflanabiliriz belki ama bu da çok anlamlı olmaz. Çünkü o momentte yapılanı belirleyen de, onların politik davranışlar zinciridir.
İkincisi, siyasal tarihe bakarken ciddi olmak ve siyasal alanın kendi disiplini içinde kalmak zorundayız. Örneğin Çayan’ın ‘sekter’ biri olduğunu söyleyebilir miyiz, bilmiyorum. Belki de öyledir. Siyasal hayatta karakter yapıları da rol oynar. O dönemi anlatan güvenilir birkaç kişinin “Mahir’le konuşmak zordu ama örneğin Cevahir’le (ya da mesela Sinan Kazım’la) daha kolay iletişim kurulurdu” mealinde sözler söylediğini çeşitli kaynaklarda okudum mesela. Olabilir. Bu bir ‘sekterlik’ midir, yoksa bir karakter özelliği midir, bilemem. Ayrıca, siyasal yapılarda bazı insanlar zor durumlarda diğerlerinden daha hızlı karar alırlar ve bu bazen kolektif ilişkileri zorlar. Gerçi Çayan’ın aranırlık koşullarında bile tartışma mekanizmalarını mümkün olduğunca işlettiğini gösteren vakalar da var ama yine de denebilir ki, evet, tamam, insanlar kusurlarıyla yaşarlar. Yani bir siyasal eleştiri kapsamında Mahir’in davranışlarını yorumlayabilirsiniz. Ama bugün, şimdi, kızınıza oğlunuza yönelik kullandığınız/kullandığımız ‘ergen’ kavramını siyasal bir değerlendirmede kullanamazsınız. Mahir, ‘yüce’, ‘büyük’, ‘efsane’ bir lider olduğu için değil, siz bir bilim insanı olarak, politik bir belgesele danışmanlık yapan biri olarak tarihe bakarken bu kavramı kullanmamanız gerektiği için kullanamazsınız. Sorun burada. Bu bir ‘sözcük’ meselesi değil. Deyim yerindeyse her işin bir adabı var ve ondan uzaklaştığımızda öznel niyetiniz sorgulanır hale gelir.
Kenara ayırmak mümkün mü?
Bütün bunlar bir yana, Küçük’te asıl rahatsız edici olan şey, Cevahir’i içinde bulunduğu ekipten ayrı ve onlara aykırı bir yere konumlandırma, hatta onun ‘unutturulması’ için özel çaba harcandığını ima etme ve oradan yürüyerek ‘Türk solu’ ile bir hesaplaşma girişiminde bulunması. Tuhaf! Türkiye devrimci hareketinin Kürt meselesindeki günahlarıyla hesaplaşmak için buna ihtiyaç yok oysa. Bugün olduğu gibi dün de Türkiye devrimci hareketinin önemli bölüklerinin bu konuda problemli olduğu ortada. Ve elbette, az sonra değineceğim gibi 71 pratiği de bu sorunlardan çok muaf değil. Bütün bunlar, dolayımlı laflar etmeden de dobra dobra tartışılabilir, tartışıldı, tartışılıyor da halen. Küçük’ün “kendisini onun ardılı gören gruplar”dan kimi neyi kastettiğini bilmiyorum ama evet, THKP-C ekolünün ardılı olduğunu düşünen akımlar arasında da bu konuda ciddi ayrımlar -Küçük’ün keşiflerinden önce de, sonra da- vardı, halen de var; Cevahir’in kimliğinden de öte bir olgu olarak var.
Bütün bunlara bakacağız ama oraya gelmeden önce şunu bir belirleyelim önce. Bu insanlar bir ekip. Aynı politik hattı benimseyen, onun için yaşamlarını ortaya koyarak yol yürüyen insanlar. Sadece siyasal bir ekip de değil ama. Çok sağlam bir sıkı arkadaşlar topluluğu. Sırt sırta veren, birbirlerine canlarını emanet eden insanlar. O yüzden bugünün bozulma ortamında hâlâ çok ‘imrenilen’ bir yerde duruyorlar. Kasten ‘yoldaşlık’ kelimesini kullanmıyorum. Burada tartışılması uzun sürer ama birkaç cümleyle özetlersem, başta SBKP olmak üzere geleneksel solun bir ‘rütbe ibaresi’ne, resmî bir sıfata, bir ‘hitap’ klişesine dönüştürerek yozlaştırdığı yoldaşlık kavramından başka bir şeyden söz ediyorum. Bana göre, yoldaşlık, güçlü sevgi bağlarını ifade eden arkadaşlıktan bir adım ötesi değildir. Birbirinizi seversiniz, şefkatle üstüne titrersiniz, ona gelecek zarar bana gelsin dersiniz, sözgelimi sorguda da adını o yüzden vermezsiniz, o da eziyet görmesin diye. Günümüzde sık görülen “pek sevmem ama yoldaşımdır” gibi ucubelikleri kaldırmaz o; aynen ‘aşk’ gibi “ulvileştirildikçe” içi boşalan bir şey değildir. Düzdür. Dümdüz. Birlikte savaştığınız bir insana adıyla hitap ettiğinizde, bu sizin içinizde bir sevgi duygusu yaratmıyorsa, ekstra bir ‘hitap’ sorunu çözmez.
Ve evet, o ekip öyledir. Ve evet, o ekip değişik sosyal arka planları olan değişik karakterlerden oluşmuştur. Örneğin Cevahir’in edebiyatla bağlantısı açısından da, Kürt/Alevi gerçekliğinin içinden gelmesi bakımından da ekibin geri kalanından farklı olduğu çok yeni keşfedilmiş bir şey değildir. Sevgili Hüseyin Solgun’un emek verdiği kitap da vardır örneğin; Cevahir’le birlikte çalışmış insanların söyleşilerinde de onu özel kılan yanları sık sık vurgulanmıştır. İyi bir edebiyat eleştirmeninden söz ediyoruz, ‘ocak’tan gelen bir Dersim Kürt/Alevisinden söz ediyoruz. Bütün bunlar gerçeklik ve onu diğerlerinden farklı kılıyor. Sürecin kayıpsız devamı halinde onun bu özelliklerinin hareketin perspektiflerine ve pratiğine ciddi katkılar yapması, bütün bunların başka yerlere evrilmesi de kuvvetle muhtemeldi diye düşünebiliriz. Çünkü zaten hareketin Mihri Belli eleştirisinden ‘Misak-ı Milli’yi aşan bir yaklaşımın mevcut olduğunu anlıyoruz; yani yapının esnekliği, yeni fikirlere kulak verme konusunda bir avantajı barındırıyor. Bu arada, Küçük’ün alıntı yaptığı ‘Doğu Raporu’nun Aydınlık Sosyalist Dergi’deki baskısının sunum notunda da zaten Cevahir’in bu rapor için ‘gönderildiği’ ifade edilmektedir. Yani, hareketin Cevahir’in özgün yanını fark etmediği, bu konuya bigâne olduğu doğru değildir. Mihri Belli eleştirisinin ulusal sorunla ilgili bölümünün sonunda açılan (Biz bu meseleyi ayrı bir yazıda etraflı bir şekilde ortaya koyacağız. Bu kısa açık mektubun amacı bu olmadığı için bu meseleye burada girmiyoruz) parantezi de muhtemelen konuya ilişkin görevlendirmeler yapıldığını göstermektedir.
Ama bu özgünlükler meselesi yalnızca Cevahir için geçerli değil. Bir başkası TRT’de sunuculuktan -ve yine edebiyat dünyasından- geliyor mesela, bir başkası da üsteğmenlikten geliyor ve diğerleri… Biz sadece yaşamını yitiren insanları görüyoruz ama THKP-C dava dosyasına yansıyan yansımayan birçok figür söz konusu ve bunların toplamı, bugün rastlayamayacağımız ölçüde çok renkli bir ilişkiler ağına denk düşüyor. Orada sendikacılığın yüz akı Necmettin Giritlioğlu da var, bir şekilde Yılmaz Güney de var, vb. Siyasal ekipler böyledir. Herkes kendi özgüllükleriyle vardır ama sadece o özgüllüklere kilitlenerek yorumlara girişirseniz, başka bir yere varırsınız. Şimdi tam hatırlamıyorum ama daha önceleri edebi yönünü överek anlatan bazı yazılarda Cevahir için “keşke bu işlere girmeseydi” gibi çok dolayımlı imalara rastlamıştım örneğin. Küçük’ün böyle düşünmediğini varsayıyorum; umarım öyledir. Çünkü bu, doğruluk yanlışlıktan öte saygısız bir davranış olur.
68 mi? 71 mi?
Şimdi daha temel bir soruna gelebiliriz artık…
Küçük, düz bir ‘enternasyonalizm’ anlayışına kapılarak “ırk/milliyet, sınıf veya toplumsal cinsiyet” gibi öğeleri atlamakla suçladığı ‘Türk solu’ndan neyi, kimi kast ediyor bilmiyorum ama açıkçası böyle ‘torba eleştiri’ yöntemini doğru bulmam. Eleştiri toplantılarındaki şu çok meşhur “bazı arkadaşlar” lafı ne kadar manasızsa, bu da o kadar manasızdır.
Ama eğer ‘konu’ bağlamında Çayan ekibinden ve 71 hareketinden söz ediliyorsa, o noktada biraz durup tartışabiliriz. Çünkü orada işler biraz karışık. Her şeyden önce bu noktada da metodolojik bir ayrım noktamız var; devrimciler, yakın tarihin bu kesitiyle ilgili tartışmalarda, heterojen bir yükselişi ifade eden ‘68’i değil, bu toplamdan kopuşu temsil eden ‘71’i temel almayı tercih ederler örneğin. Bunun haklı sebepleri var. 68, işçi ve öğrenci hareketleri başta olmak üzere genel ve karmaşık bir toplamı ifade eder. Doğan Avcıoğlu’ndan Perinçek’e, Aybar’dan Kaypakkaya’ya kadar uzanan kocaman bir yelpazedir o ve içinde türlü türlü eğilimi barındırır. 71 ise, o toplam içinde yetişen, art arda kopuşlar yaşayarak el yordamıyla kendi yolunu bulmaya çalışan ekipleri anlatır bize ve orada daha derli toplu belirlemeler yapmak mümkündür.
Bu süreçle ilgili olarak, Çayan ekibine yöneltilen birçok eleştiri vardır ve bunlardan en yaygını ve yaygın olduğu için kabul göreni de, onların kahramanca mücadelelerine karşın Kemalizm’in etkilerinden kurtulamamış olmaları, dolayısıyla Kürt meselesini de anlamaktan uzak kalmalarıdır.
Bu doğru. Ama yarım bir doğru. Yarım olduğu için de ciddi bir haksızlık riskini içeriyor.
Söz konusu yarım doğrunun dayanakları, Çayan’ın yazdıkları ve THKP-C’nin yazılı külliyatındaki ifadeleri kapsıyor.
Ancak bu, yine metodolojik bakımdan ciddi bir yanlışa denk düşüyor.
Birincisi, burada sorun, ‘Kemalizm’in etkisi altında olma” halinin neye denk düştüğü meselesidir. Tam olarak şöyle sorabiliriz: Bir X politik hareketinin Kemalizm’in etkisi altında olması, pratik olarak nasıl tezahür eden bir şeydir?*
Yeterince açık bir yanıtı var bunun: Kendisine sosyalist diyen bir politik hareketin, devletin kurucu ideolojisinin etkisi altında olması, onun kodlarından kendisini kurtaramamasının somut pratik anlamı, o hareketin devletle bağlarını kesip atamaması, devletin ideolojik aygıtları ve zor mekanizmasıyla doğrudan ve cepheden hesaplaşmayı göze alamaması, dolayısıyla kullandığı mücadele araçları ne olursa olsun, politik hattını düzen-içi bir zemine inşa etmesidir.
İşte tam da burada, Çayan ekibinin ve 71 hareketinin tümünün, politik varlıklarını ve mücadelelerini nereye inşa ettiği sorusu yanıtlanmalıdır. Yanıt açık: Bu zemin, net olarak devrimci bir zemindir, düzene tam cepheden meydan okuyan, tam cepheden ve merkezi düzeyden onunla çarpışan ve en küçük bir uzlaşmayı, temkinliliği bile reddeden bir hareketten söz ediyoruz.
Meseleye bu düzeyden baktığımızda göreceğimiz şey, hareketin metinleriyle pratiği arasında açık bir çelişki olduğudur. Çoğu henüz siyasal olgunlaşma aşamasında kaleme alınmış olan ve yazanların ülke tarihini kavramaktaki bütün zaaflarını yansıtan bu metinler, “geçmişin kötü ruhlarının” izlerini taşırken, aynı yazarlar, hiç tereddütsüz şekilde kendi canlarını ortaya koyarak mevcut devlet mekanizmasını yıkmak için harekete geçmişler, yani bu ‘sözel’ yanlışları, onları pratik doğrulardan alıkoymamıştır. ‘Kemalizm’in etkisi’ klişesini bir de bu noktadan değerlendirmek gerekir.
Meseleye Kürtler açısından (ve yine pratik düzeyden) bakıldığında ise, sorunun bir parçasının da Kürtlerin (genel olarak Kürt hareketinin değil, günümüzde devam eden en son ve en gelişkin Kürt hareketinin) durumuyla ilgili olduğu söylenebilir. Gerçek talihsizlik, iki ekibin, (71 hareketi ve KÖH) aynı anda tarih sahnesinde yer almamış olması, ikincinin birinciyi kıl payı kaçırmasıdır. Bugünden geriye bakarak tahmin yürütmek saçma tabii ama böyle bir eşzamanlılığın belki biraz gerilimli ama verimli bir atmosfer yaratacağı varsayılabilir. Sonuçta, her iki tarafta da içinden çıktığı geleneksel ortamı eleştirerek kendini inşa eden yapılar varken, bu ilişkiden gerilimler kadar birbirini geliştirme, birlikte yürüme eğilimlerinin de çıkması ihtimal dışı değildi.
İkincisi, yine özel olarak Çayan ve ekibinden söz ediyorsak eğer, onun ve hareketin yazılı düşüncelerinin akışkanlığını da gözetmeliyiz. Zaten pek sınırlı olan külliyatın tümünü önünüze alıp ilk sayfalar üzerinden yürüdüğünüzde, teşbihte hata olmaz ama Necati Cumalı’yı ortaokulda yazdığı şiirlerle yargılamak gibi bir şey yapmış olursunuz. Öğrenci hareketinden TİP’e, oradan Aydınlık Sosyalist Dergi’ye ve Kurtuluş’a, İleri’ye kadar uzanan süreçte, geceli gündüzlü okuyan, masaları yumruklayarak tartışan ve her aşamada irili ufaklı kopuşlar gerçekleştiren insanlardan söz ediyoruz. Bu gözle bakıldığında, mesela işin en başında “Milli Demokratik Devrim” tezinin sıkı savunucusu olan Çayan’ın en son yazdıklarında “Anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi” kavramına yöneldiğini, çok değil bir yıl önce Maoist pratiğin etkisi altında başka bir gerillacılık anlayışını savunurken, son yazdıklarında “Politikleşmiş askeri savaş”, “öncü savaşı ve silahlı propaganda” gibi yerlere vardığını görürüz.
Öte yandan bu birkaç yıllık dönem, aynı zamanda deyim yerindeyse o zamanki solun ‘baba’larıyla hesaplaşma dönemidir de. Mihri Belli’ye söylenen “Biz eskileriz, biz biliriz safsatadan başka bir şey değildir. Neyi bilirsiniz? Sosyalistler arası ilişkiler, askeri kışla ilişkileri değildir” sözleri ağırdır ama cüretkârdır da. Sadece o da değil, kayıtlara geçen geçmeyen bir dizi tartışmada bu insanlar, solun o zamanki itibarlı insanlarıyla hesaplaşmışlardır ve bu iş o yaştaki insanlar için hiç kolay değildir.
Sadece yazma eylemini değil, pratik hazırlıkları da içeren çok kısa bir zaman diliminden söz ediyoruz üstelik. Hatta denebilir ki, hareketin gerçek politik/stratejik çizgisi, ‘aranıyor’ afişlerinin duvarları süslediği yeraltı koşullarında, Kızıldere hazırlıkları yapılırken son halini almaya başlamış, o koşullarda kâğıda dökülmüştür. Ve hatta belki de bunların tamamlandığı söylenemez.
Yani, başından sonuna düz bir çizgi değil, zaman içerisinde çeşitli hesaplaşma ve sıçramalarla ‘tekamül’ eden bir politik hattan söz ediyoruz. Bu, teorik ve pratik bir tekamüldür. Daha birkaç yıl önce Samsun’a Mustafa Kemal yürüyüşüne giden Deniz’in “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi” sloganına varması nasıl bir süreçse, Çayan ve arkadaşlarınınki de aşağı yukarı öyledir. Dolayısıyla, salt yazılı belgeleri, onları da ayrıştırmadan temel olarak almak, doğru değildir.**
Bu gelişme çizgisi şüphesiz Cevahir için de geçerlidir. Bizzat kendisi de 1968’de Samsun Mustafa Kemal Yürüyüşü’nün parçası olan Kürt/Alevi Hüseyin Cevahir, Mayıs 1970’de yayımlanan ‘Doğu Raporu’nda nispeten farklı bir yerdedir: “Doğu sorunu ancak devrimci yoldan çözüme bağlanabilir. Bu devrimci iktidar uğruna Türk ve Kürt devrimciler, bütün yurtseverler omuz omuza çalışmalıdırlar. Halkların var olan gerçek kardeşliği pekiştirilmeli, baş düşman emperyalizme karşı mücadele edilmeli ve uyanık olunmalıdır. Tek doğru yol budur. Yoksa hangi saflarda olursa olsun burjuva şovenizmine düşmek, emperyalizmin oyununa gelmektir, bölücülüktür.”
Bu yaklaşım, Küçük’ün dediği gibi, evet, dönemine göre “çok çarpıcı bir analiz” sayılabilir ama içinde barındırdığı (ezen ulus/ezilen ulus milliyetçiliğinin özdeş tutulması gibi) politik yanlışlar, dönemin tipik bakış açılarını da yansıtır.
Sonuç itibarıyla, şekilsiz 68 bulamacının üzerinden atlayıp 71’e geldiğimizde, önümüze çıkan şey, pratikte devlet karşısında tereddütsüz bir tutum ve sahada gösterilen uzlaşmasız mücadele olurken, bu pratiğin hızına yetişmekte zorlanan teori alanında geçmişin tortularından kurtulma konusunda gösterilen yetersiz ama iyi niyetli devrimci çabadır. Bunu isterseniz ekibin “diğerlerinden farklı” bir üyesinin çabalarına bağlayın, fark etmez. Birbirinden çok çok üç-beş ay farkla yayımlanmış olan “Doğu Raporu” ve “ASD’ye Açık Mektup”taki ‘Misak-ı Milli’ vurguları arasındaki -yanlışları da içeren- paralellik yerine, Cevahir’e yüklenen “birçok arkadaşından farklı olma” halini öne çıkarmak, başımız gözümüz üstünedir yine de. Bu, takımın ‘tek forvet’le oynamadığını gösteriyorsa, sevinç verir ancak. Ve tabii aynı anda da bu kadar üretken insanların kaybının acısı katlanır içimizde. Ayrıca, durum böyleyse de, bu, anılan kişiye onur kazandırır, zaten hak ettiği ve gördüğü saygıyı daha da artırır. Ama özel değer atıflarıyla yetinmeyip, yaşanan olgunun toplam cevherini hafife alan bir yaklaşım, gereksiz ve yararsız bir çabadır. Bu kadarında sorun yok fazla ama bir adım öteye geçip, özel bir “unutturma” çabasını ima etmek, had meselesidir.
O kadar da uzun boylu değil ama…
Dipnotlar:
* Aslında bizim gibi ülkelerin çoğunda, Marksist fikirlerin ülkeye gelişinden önce var olan ve bir dönem ideolojik ‘melezliğe’ yol açan tarihsel figürler vardır. Bu, bazı ülkelerde iyi bir tarihsel arka plan ve maya yaratırken (Nikaragua’da General Sandino, Küba’da Jose Marti gibi) bizim ülkemizde aynı durum yaşanmamış, tersine Marksist teori ve pratiği kötürümleştiren bir gelişme ortaya çıkmıştır. Basit bir nedenden ötürü: Kemalizm, mevcut devletin kurucu ideolojisidir ve bu kurucu ideoloji, Kürtlerin, işçi sınıfının ve hatta kendisine biat eden komünistlerin bile ezilmesi üzerine inşa edilmiştir.
** Örneğin “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” yazısında otaya konulan şu yaklaşım, daha erken tarihlerde de hareketin düşüncelerinde -eksik ve yetersiz de olsa- bir anlayışın gelişmekte olduğunu, en azından Kürdistan’ın 4 parça gerçeğinin bilincinde olunduğunu gösteriyor:
“Mihri Belli’ye göre, Türkiye’deki milli meselenin her zaman ve her şart altında tek bir çözüm yolu vardır; Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek formül vardır; o da, meseleyi şartlar ne olursa olsun, misak-i milli sınırları içinde ele almak gerekir. Oysa bu görüş, temelden yanlış ve anti-sosyalist bir görüştür. Bilindiği gibi, devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: “Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır” diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar. (Biz bu meseleyi ayrı bir yazıda etraflı bir şekilde ortaya koyacağız. Bu kısa açık mektubun amacı bu olmadığı için bu meseleye burada girmiyoruz.)”
Kaynak: https://sendika.org/2023/07/su-kemalizm-meselesi-688616/