Mehmet Çolak
Yunan, İngiliz ya da Alman felsefe geleneği (okulu) anlamında bir Türk felsefe geleneğinin neden olmadığı konusu yıllardır tartışılan ve üzerinde değişik görüşlerin boy verdiği bir konudur. Konuyla ilgili olarak ortaya atılan görüşlere birkaç örnek vererek durumu göstermek mümkün:
• Dinsel içerikli gizemciliğin (tasavvuf, sufizm vb.) ve dinin özgür düşünceyi uyuşturucu, inancı öne çıkaran dogmatik etkileri,
• İslâm dininin felsefeye yaklaşımındaki genel olumsuz tavrını uç noktalara taşıyan ve felsefi her tür etkinliğe düşmanca tutum alan Osmanlı’nın fiili yasak ve engelleri,
• Osmanlı’dan başlayan, Cumhuriyet’le devam eden ve günümüzde de süren yanlış eğitim-öğretim politikaları,
• Felsefeyi siyasetin bir yan ürünü olarak ele alıp onu pratik sorunların hazır ve kolay çözümlerini sunan bir öneriler paketine indirgeyen sığ yaklaşımın kuşaklar boyu süren etkisi,
• Soyut kavramlarla düşünemediği için somut düşünen, pozitivizmin etkisindeki Osmanlı aydınlarının izinde olarak felsefeyle uğraşanların Batı’nın yüzeysel bir izleyicisi olmaktan kurtulamamaları, dışa bağımlı (angaje) bir tutumun gelenekselleşmesi,
• Baskıcı otoriter devlet geleneğinin sonucu olarak özgürlüklerin toplumda yerleşememesi, bireyin ortaya çıkamaması ve bunların sonucu olarak Türk düşün hayatında eleştirel-özgür düşünce geleneğinin oluşmaması,
• Osmanlı üretim tarzının özgünlüğünün sonucu olarak klasik sınıflaşma ve sınıf çatışmalarının olmaması, dış talanla toplumsal çelişkilerin yumuşatılmasının ortaya çıkardığı “devlet ana” imajının devlete yönelik muhalefet hareketlerini sekteye uğratması, böylelikle iktidarı eleştirme becerisinin gelişememesi vb…
Felsefi düşüncenin ortaya çıkışı ve gelişimindeki özgünlükler gözönünde tutulduğunda daha da çoğaltılabilecek bu görüşler yabana atılacak ve tümüyle geçersiz sayılabilecek nitelikte değildir. Köklü bir devlet geleneğinin bulunduğu, devlet egemenliğinin toplumsal yaşamın en küçük hücrelerine dek sızdığı, kadim Doğu despotizminin yürürlükte olduğu toplumlarda felsefenin gelişememesi bir rastlantı değildi. Oysa klasik biçimiyle olmasa da ilk felsefi düşünceler Mısır, Hint ve Çin gibi Doğu toplumlarında ortaya çıkmıştı. Toplumsal-ekonomik koşullara bağlı olarak devletin bu toplumların düşün hayatında oynadığı rol, dönem açısından, Batı’dan oldukça farklı olduğundan bu toplumlarda başlangıçtaki verimli felsefi düşünceler zamanla dinsel düşüncelerin egemenliği altına girdi. Dolayısıyla Doğu ve Batı arasında bir köprü konumundaki Anadolu’da gelişen, belli özgünlüklere sahip olsa da Doğulu özellikleri ağır basan bir devlet geleneğinin Türk düşün hayatına damgasını vurması normaldi. Bu durum doğal olarak devlet kontrolündeki belletim kurumlarının bazı sıradışı örnekler dışında genel olarak egemen ideolojinin isterleri doğrultusunda düşünceler üretmelerine yol açtı. Eğer ideolojiyi olumsuz bir anlamda, yani toplumsal bir grubun kendi durumu ve toplumun bütünü konusunda sahip olduğu yanlış bilinç (tasarımlar) olarak ele alırsak buna şaşmamak gerekiyor. Nitekim YÖK’ün bilimci* ve bilimbaz** profesörlerinin 12 Eylül generallerine sundukları Kürtlerle ilgili “bilimsel” bildirilerin gerisindeki kaygı ve düşüncelerin, Güneş Dil Teorisi gibi sözde tezleri “bilimsel” açıdan temellendiren dönemin bilimci ve bilimbazlarının kaygı ve düşüncelerinden hiçbir farkı yoktur. Bu durum Türkiye’deki belletim kurumları için bugün de aşağı yukarı tümüyle geçerlidir. Bu kurumlarda devleti ve düzeni rahatsız edecek ürünler ortaya konmaz.
Bazı sıradışı örnekler olmakla beraber Türkiye’deki belletim kürsülerinden çıkan felsefi ürünlere bakıldığında buralardan özgün bir Türk felsefesinin çıkmasının günümüzde pek olası olmadığı söylenebilir. İş başındaki iktidarlarla çatışmamaya özen gösteren, eleştirellik, sorgulayıcılık, sınırsızca tartışma ve özgür düşünceler üretme gibi felsefenin olmazsa olmaz gereklerini yerine getirmekten yoksun, toplumun yakıcı sorunlarını felsefi açıdan ele almak yerine teknik konuları soyut ve akademik bir biçemle ele almayı yeğleyen, örneğin Güney Afrika’daki apartheidi ya da Bosna dramını tartışan ama Kürt sorununu görmezden gelen, kısacası felsefe değil felsefi geviş getirmelerle uğraşan belletimci felsefecilerin mesleki dargörüşlülükleri yukardaki belirlemeyi doğrulamakta. Bu felsefecilerin mesleki dargörüşlülükleri öylesine belirgin ki, onlar için felsefe neredeyse bir geçim kapısı haline gelmiş durumda, felsefe adına yaptıkları çalışmalar felsefenin gerçek anlamına ve gerçek özelliklerine uymayan, kimi kez eğlenceli bir uğraş, kimi kez mesleki bir görev kimi kez de soyut bir beyin jimnastiğinden öteye geçmeyen bir etkinlik olarak kalmakta.
“Mümtaz” Bir Belletimciden İnciler
Türkiye Felsefe Kurumu’nun 1988 yılında Ankara’da düzenlediği “Dünya Problemleri Karşısında Felsefe” isimli seminerin açış konuşmasını Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Doç. Dr. İhsan Sezal yapmış. Eleştirel özgür düşüncenin, sınırsız tartışmanın ve hoşgörünün ustaları olması gereken felsefecilere yönelik konuşmasına ideolojik terörizm (???) konusunda dehşetli sözlerle başlayan Sezal şöyle diyor:
“Çok değil, sadece 20 yıl önce ne video, ne kablo-TV, ne de yıldızlar savaşı vardı. Yine yirmi yıl önce AIDS de yoktu, bu ölçüde ideolojik terörizm de. Ama yine de bir sürü meseleler vardı. Çok mümtaz bir sosyoloji profesörünün yıllar önce söylediği gibi: ‘Güneşin altında yeni hiç bir şey yok, sadece kelimeler (söyleyiş şeklimiz) yeni.’ ”[1]
“İdeolojik terörizm” gibi özgün(!) düşünceleri tartışmak belki mümkün, ama “mümtaz bir sosyoloji profesörünün yıllar önce söylediği” felsefi bir önermeyi bir bilisizle tartışmak ne yazık ki mümkün değil. Her felsefe öğrencisi felsefe öğreniminin başında Yunan felsefesini, bu felsefede ortaya çıkan çeşitli okulları (İonya, Elea, Abdera vb.) öğrenmekle yükümlüdür. Bunların içinde Elea-Platon Okulu idealizmin kurucusu olarak özel bir öneme sahiptir. Elea Okulunun kurucusu Parmenides’e göre düşünme ile düşüncenin nesnesi aynı şeydir. Dolayısıyla ona göre, içinde varolanın ifade edildiği düşünmeye varolan olmadan rastlamak mümkün değildir. Çünkü varolan dışında hiçbir şey yoktur. İnsanın temelde bir gerçekliğin bulunduğuna inanarak dil aracılığıyla saptadığı her şey boş bir ad olmaktan öteye gitmez, diyen Parmenides’in düşüncesi gerçekliğin bütününü, yalnız katışıksız düşünmenin kavradığı varolanın bütünlüğünü hedef alır. Ona göre düşünmenin bu tür yargı biçimindeki içeriği nasıl sonsuza kadar geçerliyse düşünmenin nesnesi de öyledir. Yani gerçekliğin bütünlüğü her çeşit değişmeden uzaktır. Kesinkes değişmemektedir. Bu yüzden var olanın değişik aşamaları olamaz. Sadece herşeyi kapsayan, sonsuza kadar aynı kalan bir varolan mevcuttur. Her türlü oluş, bozuluş, değişim vb’ni yadsıyıp bunları birer kanı olarak ele alan bu düşüncelerden hareket eden Zenon ustası Parmenides’in düşüncesini aşırı basitleştirip zorlayarak hareketin gerçekte olmadığını kanıtlamak için ünlü dört kanıtını ortaya atmıştı. (“Achilleus kaplumbağaya yetişip onu geçemez”, “uçan ok hareketsizdir” vb.)
Bu kısa açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi Doç. Dr. Sezal’ın “çok mümtaz bir sosyoloji profesörüne” atfettiği önerme aslında varlık bilimsel (ontolojik) bir önerme olarak Elealılara aittir ve onlar bu cümleyi aynen kullanmışlardır. Felsefeyle ilgilenen herkesin işin başından, Elealılardan, başlayarak herşeyi bilmesini beklemenin doğru olmadığı öne sürülebilir. Bir dereceye kadar bu itiraza hak da verilebilir. Ancak felsefe üzerine konuşup Elealılar neyse de felsefe tarihinin en önemli filozoflarından birisi olan Hegel’den habersiz olmanın hiçbir özrü olmasa gerek. “Güneşin altında yeni hiçbir şey yok” sözünü felsefe tarihinde tekrar gündeme sokarak canlandıranın Hegel olduğunu bilmeden bu sözü bir sosyoloji profesörüne maledenin, bu sözleri dinleyip düzeltmeyenlerin ve aylar sonra bu sözleri bir kitapta yayımlayanların bilisizliklerinden sözetmek pek de yanlış olmasa gerek.
Öte yandan bu, seminerdeki tek bilisizlik örneği değil. Aynı seminerde birçok konuşmacı değişik bilisizlik örneklerini bol bol sergiliyor. Örneğin birçok konuşmacı yerli yersiz felsefe sözcüğünün Yunanca aslındaki “bilgiyi sevmek” anlamından sözederek bilginin önemine vurgu yapıyor, ama yine de bu konuşmacıların bazıları bilgi kavramıyla çelişen sözler etmekten geri durmuyor. Bazı konuşmacıların yanısıra Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Prof. İ. Kuçuradi sık sık “felsefi değer bilgisinden” ve “felsefi bilgilerin” özelliklerinden sözediyor. fiimdi kısaca bu bilisizliğe gözatalım.
“Felsefi Bilgi” İncisi
Ana Britannica bilgiyi şöyle tanımlıyor: “Doğruluğu, verili nesnel ve öznel koşullarda gerekli ve yeterli sayılan kanıtlarla temellendirilmiş, önermeler biçiminde dile getirilebilen bilinç içeriği.”
Bu tanım ışığında soralım: Felsefi değer bilgisi nasıl bir şeydir? İyinin, güzelin, erdemli davranışın, özgeciliğin ne olup ne olmadığını hangi kanıtlarla, neye dayanarak bir bilgi olarak ortaya koyacağız? Yaşam koşullarından, ülkelerden, sınıflardan, toplumsal-siyasi kurumlardan, geleneklerden ve inançlardan bağımsız, herkes için bir bilgi anlamı taşıyan değerler nerede görülmüş? Erdemleri kendisine geçsin diye ölen ana-babasını törenle yiyen bir insanın “değer bilgisi”ni, ana-babasını törenle gömen ve onların ölülerini yeme düşüncesini nefretle reddeden bir insanın “değer bilgisi”yle nasıl kıyaslayacağız? Seminerde yaptığı konuşmada etik açıdan kürtajı mahkum eden Evandro Agazzi’nin “kanıtları” karşısında başkalarının ters yönde onlarca “kanıt” koymaları/koyabilmeleri neyi gösterir? Bilgi, tanım gereği temellendirilmiş, doğruluğu ortaya konmuş bir bilinç içeriği olduğuna göre etik alandaki değerlerin göreceliğini ortadan kaldıracak bilgisel değerler hangi öznel ve nesnel ölçütlerle ortaya konacak?
Öte yandan felsefenin bitmeyen tartışma konularını alalım. Ruh, akıl, öz, varlık, varoluş… Bunları kim, neye dayanarak temellendirip birer bilgi haline getirecek? Ortaya konacak bu konularla ilgili “bilgiler”i herkese nasıl kabul ettireceğiz? Felsefi bir bilgiden sözedildiğinde doğal olarak bilimsel bilgiler gibi bu bilgilerin de doğrulanıp yanlışlanabilecekleri kabul edilmiş olur. Bilgi sözcüğü tanım gereği kanıtlarla temellendirilmiş ve doğru sayılan düşünce olduğuna göre, her felsefi konuda tek bir bilgiden sözetmek, giderek bütün felsefe konularını bütünleyen tek bir felsefeden sözetmek anlamına gelir. Bilindiği gibi her ülke ya da her bilim insanı sadece bir tek fizik, kimya, biyoloji vb. biliminden, bu bilimlerin konularıyla ilgili belli bilgilerden sözeder. Bilimsel bilgiler, herkes için doğruluğu pratik deneyimlerle kanıtlanmış sonuçlardır. Oysa felsefe konularında, hatta felsefenin ne olup ne olmadığı konusunda bile, o kadar farklı görüş olduğu ortadayken “felsefi bilgi”den nasıl sözedilebilir?
Bu noktada hemen ilkçağ Yunan felsefesine kadar geri giderek yapılan çeşitli bilgi tanım ve sınıflamalarına başvurulabilir. Örneğin Platon değişmez ve evrensel gerçekliğin kavranmasını sağlayan kuramsal, soyut bilgi (episteme) ile insan etkinliğinin tanımlanmasını ve yönlendirilmesini amaçlayan, somut görevlerin çözümüne yönelmiş pratik bilgi anlamında tekhne’yi (sanat, zanaat) ayırt etmiştir. Aristoteles ise Platon’un kullandığı biçimiyle ahlaki davranış kurallarının da bilgisini içeren tekhne’yi bir nesnenin üretimi sırasında izlenen kuralların bilgisiyle, yani genel olarak beceriyle sınırlamış, insan etkinliğini yönlendiren ahlaki ilkelerin bilgisini phronesis (basiret, sağgörü) terimiyle karşılamıştı. Bugün genelde phronesis, insanın ahlaki yargılarının yapısını ve değerini inceleyen felsefe dalı olarak etik alanı içinde ele alınır. Bu durumda belletimci felsefecilerin “felsefi bilgi”den sözederken tekhne’yi değil -çünkü teknolojik bilimsel bilgiler kolaylıkla buraya yerleştirilebilir- episteme ve phronesis’i kastettikleri söylenerek yukarıda söylenenlere itiraz edilebilir. Üzülerek belirtmek gerekir ki böyle bir itirazın iler tutar hiçbir yanı yoktur.
Birinci olarak, phronesis konusunda değişik dönemlerde çeşitli filozoflar (Sokrates, Platon, Aristoteles, Kant, Hegel vb.) nihai sonuçlara ulaşmayı hedeflemiş, hatta bazıları kendi felsefi sisteminde herşeyi netleştirdiğini öne sürmüştür. Oysa bugün etik alanında süren yoğun tartışmalar, bu filozofların, dönemlerinin ve içinde bulundukları toplumsal grubun ideolojik yanlış bilinciyle hareket ettiklerini, herkesin kabul edebileceği kanıtlanmış etik “bilgi”ler ortaya koyamadıklarını gösteriyor. Bunda da şaşılacak hiçbir şey yoktur. Birçok başka nedenin yanı sıra yalnızca bu filozofların sınıfsal konumları bu başarısızlığın nedenlerine ışık tutabilir. Sokrates ve diğer Yunan filozoflarının dile getirdikleri etik değerler herkes için geçerli olamayacak denli sınıfsal bir öz taşıyorlardı. Köle sahibi bir azınlığın üyeleri olarak bu filozoflar kadın ve yabancıları normal birer yurttaş olarak görmüyorlardı. Bu nedenle bazı insani hakları bu insanlara reva görmüyorlardı. Köleye gelince, onların gözünde köle bir insan sayılamazdı. Aristoteles aletleri üçe ayırıyordu: Cansız aletler, canlı ama konuşmayan hayvanlar ve konuşan hayvan olarak köleler. Kuşkusuz benzer yanılsamalar yükselen burjuvazinin değerlerini felsefelerinde dile getiren Kant, Hegel vb. için de geçerlidir. Kant’ın ödev ahlakının bazı yükümlülüklerini günümüzün bir işçisi ile bir kapitalistinin çok farklı ele alacakları açıktır. Kısacası “felsefi değer bilgisi”nin boş bir niteleme olduğunu söylemek gerekiyor.
İkinci olarak, episteme konusunda da Platon- Aristoteles, yani skolastik çizgiyle bir yerlere varmak mümkün değildir. Felsefeyle az çok ilgilenen herkes bu çizginin epistemoloji ve ontoloji ayrımı yapmadığını, idealist anlayışı gereği dış dünyada varolanın bilgisine ulaşmak için düşünsel bir ilkeden yola çıktığını, dolayısıyla varolmayı tümüyle düşünsel varlığa indirgeyerek bilgiyi esasta insan zihninin ve insan zihninin yarattığı tümellerin (soyut kavramların) bilgisi olarak gördüğünü, kısacası salt ussalcı bir bakış açısına sahip olduğunu bilir. Nesnel dünyadan tümüyle koparttığı bilgiyi ruhun geçmiş yaşamında edindiği ideaların bilgisinin anımsanmasına indirgeyen Platon’a kıyasla, nesnel gerçeklikle bağını tümüyle kopartmayan, formu (eidos) maddenin içine yerleştiren Aristoteles’in bilimsel düşüncenin hazırlayıcısı olmasının belli bir önemi kuşkusuz vardır. Ama bilgi sorunu açısından Aristoteles’in Platon’dan özde bir farkı yoktur. Bilgiyi varlıkbilimsel bağlamla sınırlayan bu ussalcı yaklaşım Ortaçağ’daki adcı (nominalist) akımla başlayan, Yeniçağ’da görgücülük, duyumculuk gibi bilgi kuramsal geleneklerle devam eden bir eleştiri ve aşma çabasıyla geride bırakılmıştır. Bu konuda nihai darbeyi vuran ise Kant oldu. Kant, transandantal felsefesi ile salt usçu anlayışın olduğu kadar bilgiyi salt duyumlara indirgeyen tüm anlayışların da yetersizliklerini ortaya koydu. “Bilgi duyular (deneme) ile başlar, fakat duyulardan (denemeden) doğmaz” diyen Kant bunun nedenini şöyle açıklıyordu: “Kavramlar algısız boş, algı ise kavramsız kördür.” Bilgi konusunda bir dönüm noktası olan Kant’la birlikte bu sorun tümüyle çözümlenmiş olmadı ama skolastik çizginin tümüyle aşılması sağlanmış oldu. Nitekim Kant’ın dayandığı Newton fiziği ve Euklides geometrisinin yetersizliklerinin ortaya çıkışı ve aşılması Kant’taki yanılgıların açığa çıkartılmasını kolaylaştırdı. 20. yüzyılın başındaki fizik bunalımı ardından yükselen yeni-pozitivizm, analitik (çözümsel) felsefe, mantıkçı pozitivizm gibi akımların geleneksel felsefeye, özellikle metafiziğe vurdukları darbeler, bilimsel gelişmeleri özümseyerek bir hamle yapmaya çalışan Yeni-Kantçılık ve en önemlisi Marksizmin ortaya koyduklarından sonra bugün bilgiyi skolastik bir anlayışla çözümlemek mümkün değildir. Dolayısıyla Platon, Aristoteles vb. için “felsefi bilgi”nin bir anlamı belki vardı ama, bugün, onların anlayışıyla sınırlı kalarak felsefe yapmaya çalışanlara söylenebilecek tek şey olabilir: Allah kolaylık versin!
“Felsefe ve Şaşılık” Üzerine İnciler
“Felsefi bilgi ile bilimsel bilginin, öte yandan felsefe ile dünya görüşlerinin, morallerin, ideolojilerin farklılığı ve bunlardan her birinin neliği görülmediği sürece, bunlar hakkında düşünce değil ama bilgi, doğru bilgi üretme olanağı yoktur.”
Felsefe doçenti Abdullah Kaygı, Felsefe Dergisi 1988/3’de yayımlanan “Platon, Felsefe ve fiaşılık Üzerine” başlıklı yazısına böyle başlıyor. Amacı, her şeye dar sınıfsallık penceresinden bakan “şaşı” solculara ders vermek. fiöyle devam ediyor Doç. Kaygı:
“Felsefeye, filozofların ürettiği felsefi bilgilere (hakkında oldukları objelerle onları karşılaştırıp) sınamadan bakanlar, baktıklarını sananlar, o bilgilerde söyleneni, o bilgilerin hakkında olduğu şeyi bırakıp, onları üreten filozofun sınıfsal konumuna vb. bakarlar.”
Filozoflar “felsefi bilgi” üretirmiş. Dahası bu bilgileri hakkında oldukları objelerle (yani felsefi sorunlarla, felsefi konularla) karşılaştırıp sınamak gerekirmiş! İyi de bunlar nasıl yapılacak? Hegel’in Mutlak Fikirini (Geist) ya da Kant’ın kendinde-şey’ini neyle, nasıl karşılaştırıp sınayacağız? Ayrıca “doğru bilgi” ne demek? Bilginin doğrusu yanlışı olur mu? Bilgi zaten temellendirilmiş, yani doğrulanmış ve kanıtlanmış düşünce-öneri değil mi? Yine “bilginin sınanması” ne demek? Bilginin sınandığı nerede görülmüş? Bir önerme ya da düşüncenin doğruluğu sınanabilir. Bu sınamanın sonucu olumluysa o önerme ya da düşünce artık bir bilgi katına yükselir, ama bir bilginin sınanmasından sözetmek saçmadır. Bir bilgi, nesnel gerçekliğe uygun olmadığı için zamanla yanlışlanabilir, ama bu durumda artık o bir “yanlış bilgi” değil, yanlış bir önerme, teori ya da düşünce vb.dir. Skolastik anlayışı aşamamış, felsefe tarihinin tozlu raflarında kalmış görüşlerle oyalanan felsefe doçentinin bu müzelik görüşlerini bir yana bırakarak onun daha “özgün” düşüncelerine göz atalım.
“Newton’u bulunduğu toplumsal koşullar hakkında hiçbir şey bilmeden anlamak olanaklı olduğu gibi, bir filozofun ürettiği felsefi bilgileri de o filozofun yaşadığı toplumsal koşulları bilmeden anlamak, salt anlamak değil, doğruluğunu yanlışlığını göstermek de olanaklıdır.”
Bir cümle içinde bu kadar çam devirebilen bir felsefe doçentini yetiştiren belletim kurumuna (Hacettepe Üniversitesi) madalya vermek gerekiyor! Doç. Kaygı, bilim felsefesinde onyıllardır tartışılagelen sosyolojik okulu, görececi akımı, P. Duhem, W. Quine, P. Feyerabend, T. Kuhn, B. Barnes gibi bilimi esasta toplumsal koşulların bir sonucu olarak ele alan, idealistlikleri tartışma götürmez ve solculukla hiçbir ilgisi bulunmayan kişileri hiç duymamışa benziyor. Günümüzde son derece özelleşmiş ve teknik bir özellik kazanmış bazı bilim alanlarındaki (fizik, kimya, biyoloji vb.) teorileri anlamak açısından toplumsal koşulların fazlaca bir önemi elbette yoktur. Ancak bilim fizik, kimya ve biyolojiden mi ibaret? Doç. Kaygı, modern bilimin öncüleri olan Kopernik ve Kepler’in düşüncelerini onların yaşadıkları toplumsal koşulları gözardı ederek açıklayabilir mi? Örneğin Doç. Kaygı, Kopernik’in ünlü eseri “Göksel Kürelerin Devinimi”ni bize anlatabilir mi? Aradan geçen yüzlerce yıla karşın Kopernik’in “Görsel Küre” ile ne kastettiği hala anlaşılabilmiş değil. Kopernik’in bu sözcüklerle gökcisimlerinin hareketini betimleyen geometrik bir tanımlama mı, yoksa gerçekten küresel bir cisim mi kastettiği belirsizdir. Belirsizliğe yolaçan esas etmen ise toplumsal bir kurum olan Hıristiyan Kilisesidir. Yunanlıların izinde olarak Hıristiyanlar dünyanın çevresinde saydam göksel kürelerin olduğunu, gezegenlerin bu kürelerde sabit olarak durduklarını, her göksel küre döndükçe üzerindeki gezegenin de döndüğünü düşünüyorlardı (Ptolemy astronomisi). Kopernik’in kitabında gezegenlerin yanısıra “cennetsel kürelerin devinimi”yle de ilgilendiği açıktır. Dolayısıyla koyu bir hıristiyan olan ve çalışmalarını Kilise denetiminde sürdüren Kopernik’in teorisini, onun yaşadığı koşulları bilmeden Doç. Kaygı nasıl kavramış acaba? Kepler’e gelince de durum değişmiyor. Örneğin Kepler, Güneş’teki güç ışıması kavramına “anima motrix”, yani “hareket ettirici ruh” adını vermişti. Kepler’in koyu bir Hıristiyan mistiği olduğunu bilmeden anima motrix’in bugün bizim kuvvet dediğimiz şeyi karşılayan bir kavram olduğunu anlamak mümkün değildir. Doç. Kaygı’nın bütün bunlardan habersiz olduğu anlaşılıyor.
Toplumsal bilimlerde, örneğin tarih ya da sosyolojide durum farklı mı? E. Burke’nin bir İngiliz soylusu olduğunu bilmeden onun Büyük Fransız Devrimi çözümlemesini, onun devrimcilere yönelik amansız nefretini anlamak mümkün değildir. “Bolşevik Partisi Tarihi”nin SSCB’de defalarca yeniden yazılma nedenlerini araştırmadan Sovyet devrim tarihini nasıl anlayacağız? Stalin’in tarih yazıcılığına karşı takınılan kuşkucu tavır Amerikalı burjuva tarihçilerden esirgenecek mi? Sosyolojiye geçelim. Montesquieu ya da Tocqueville’in toplumsal konumlarının onların liberal-monarşik görüşlerinde hiç mi etkisi yoktu? Bırakalım toplumsal sınıfsal konumu, özel bireysel yaşantının düşünürün görüşlerini etkilediği örnekler ortada yok mu? Eski bir fahişe olan karısının olumsuz tavırları nedeniyle bunalıma girip intihara kalkışan, karısından boşandıktan sonra aşık olduğu kadının, evlenme teklifini reddetmesiyle sarsılan, ardından sevdiği kadının ölmesi üzerine yıkılan Auguste Comte’un yaşamının son yıllarında sevdiği kadın adına yeni bir din kurmaya çalıştığını biliyoruz. Auguste Comte’un insanlık dinini ele alırken bu gelişmeleri bilmenin bir yararı olamaz mı? Yoksa bunlar yalnızca “güvenlik soruşturması” yapanların ilgilenecekleri şeyler midir? Bazı solcuların -ki bunların felsefe ile pek bir ilgileri yoktur- sığ bir mantıktan hareketle filozofları ve onların felsefelerini salt sınıfsallık penceresinden açıklamaya çalışmaları yanlıştır. İyi ama, buradan sınıfsallığın hiçbir anlamının olmadığı sonucu çıkmaz ki? Platon’un “Devlet”te önerdikleri ya da “Yasalar” da formüle ettiklerinin onun sınıfsal konumuyla hiç mi ilgisi yok? Yurttaşların bir kısmını (üretici ve askerleri) yöneticilikten uzak tutmak için “masum bir yalan” uydurmak gerektiğini Kalliges’e önerirken Platon köle sahibi bir soylunun tavrını takınmıyor muydu? Felsefe tarihinin devlerinden birisi olan, İlkçağın en verimli yazarı ve birçok eseri elden ele dolaşan Demokritos’un adını, onlarca yapıtı ve binlerce sayfa yazısında Platon neden bir kez olsun anmadı? Bunun yanıtı felsefeyle ilgilenen herkes için açıktır. “Yasalar”da dinsiz-materyalistler için ölüm cezası dahil her tür cezayı talep eden Platon’un bu tavırlarından hareketle onun felsefi düşünceleri mahkum edilemez elbette ama, yine de, bu tavırları bilinmeden Platon’u bir bütün olarak anlamak da mümkün değildir. Bu söylenenleri, skolastik kafalı bilisiz bir felsefe doçentinin anlamasının bir hayli zor olacağı anlaşılıyor. Bu durum Türkiye’deki belletim kürsülerinin zihinsel sefaletinin açık bir göstergesi olsa gerek.
Bilim, Felsefe ve Belletim Kürsüleri
Felsefi etkinliğin en önemli ayırdedici özelliklerinden birisi, bizzat kendisi bilgi üretmese de, insan bilgisinin her türüyle doğrudan bir ilişkiye girmesi, çalışmalarında bu bilgileri gözönünde tutmasıdır. Bilim, varlığa doğrudan yanaşıp nesnel pratikle sınanabilecek bilgilere ulaşmaya çalışırken felsefenin varlığa yaklaşımı dolaylıdır. Felsefe, kesin bilgiler peşinde koşmadan, varlıkla ilgili bilimlerin ulaştığı sonuçları çözümlemeye ve değerlendirmeye çalışır. Felsefi ürünlerden beklenen; somut-net açıklamalar ve kesin çözümler değil, belli sorunlara, ortak değerlendirme ve yargılama ölçütlerine uygun olarak akılcı öneriler sunmaktır. Öte yandan bilimlerin, varlığı nihai olarak çözümlemeleri mümkün olmadığına göre felsefenin, bilimlerin ele alamayacağı bazı konuları ele alması kaçınılmazdır. Geleneksel felsefenin en büyük açmazı işte buradan doğuyordu: Klasik filozoflar bilimsel bilgileri gözönünde tutmadan aklın sınırsız uçarılığıyla soyut-metafizik kurgulara dalıyor ve ayakları bu dünyadan kesiliyordu. Demek ki felsefi sorunları metafizik kurgularla değil, bilimlerin ortaya koyduğu bilgiler ışığında ele almadıkça geçmişin kısır tartışmalarını aşmak olanaklı olmayacaktır. Kaldı ki bilimsel bilgilerin göreliliği ve zamanla yanlışlanabildikleri de gözönünde tutulmalıdır. Aksi halde Descartes, Kant ve Hegel’in zamanlarının bilgilerine dayanarak ortaya attıkları düşünceleri bugün metafizik kurgular olarak niteleyemezdik. Kısacası felsefeyi kavramak ve geliştirmek isteyen herkes zamanının bilgileriyle tanışık olmak, bütünsel bir bakış açısına ve çok boyutlu bir düşünce düzeyine yükselmek, kapsayıcı-geniş bir bilgi donanımı edinmek, ve son olarak özgür-eleştirel yorumlama yeteneğine kavuşmak zorundadır.
Descartes’ın ruh (bilinç) ve maddeyi birbirinden tümüyle ayıran ünlü ikiciliğinin boş bir kuruntu olduğu ve bilincin, maddenin üstün bir ürünü olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış durumdayken, hala skolastik kurgularla felsefe yapmanın ne anlamı olabilir? Locke’ın insan zihnini bir tabula rasa (boş levha) olarak ele alan ve doğuştan hiçbir bilginin insanda bulunmadığını öne süren görüşü için de durum aynıdır. Bilimsel olarak çürütülen bu iddiayı ciddiye alarak felsefe yapmanın kimseye bir yararı olamaz. Kant’ın a priori bilgileri aşkın bir bilince atfeden anlayışı ya da Hobbes’un insanın doğal ortamında herkesin birbiriyle çatıştığını öne süren “insan insanın kurdudur” anlayışı, bu konuda verilebilecek diğer örneklerdir. Bütün bu örneklerdeki felsefi önermeler bugün bilimsel olarak çürütülmüş ve geçersiz kılınmışlardır. Dolayısıyla Türkiye’deki belletim kürsülerinde felsefe yapmaya çalışan felsefecilerin günümüzdeki bilimsel gelişmeleri sıcağı sıcağına izlemek zorunda oldukları açıktır. Oysa gerçekte olan, bunun tam tersidir. Bu felsefecilerin çoğu, son bilimsel gelişmelerden habersiz bir biçimde yüzyıllardır süregelen bazı tartışmaları sakız çiğner gibi yineleyip durmaktalar. Bugün için artık bilimsel hiçbir dayanağı kalmayan sözde bilgilere dayanarak insanın neliği üzerine felsefi düşünceler ortaya koymaya çalışanlar bu söylenenlere iyi bir örnek olabilir.
Daha önce sözünü ettiğimiz “Dünya Problemleri Karşısında Felsefe” (1988) seminerinde bir konuşma yapan Prof. Bedia Akarsu, Darwin-Haeckel-Engels çizgisinde oluşan el-emek teorisi ve Arnold Gehlen’in “insan gecikmiş-eksik bir varlıktır” teorisine dayanarak bazı görüşler ortaya koyuyor. Oysa Prof. Akarsu’nun kendisine dayanak olarak aldığı bu teorilerin dayandıkları varsayımların birçoğunu paleoantropoloji, biyoloji, nörofizyoloji gibi bilimler bugün reddediyor. Örneğin Arnold Gehlen’i alalım. Gehlen insanda bir “organ ilkelliği” olduğunu, insan yavrusunun organik olgunlukla doğması için 20 ayın gerektiğini, dolayısıyla 9 ayda doğan insanın organik olgunlaşmada “geciktiğini” ve insanın bir “eksiklikler varlığı” olduğunu öne sürer. Oysa Gehlen’in düşündüğünün tam tersine, insan yavrusu 9 ayda değil de maymun yavrusu gibi 20 ayda doğmuş olsa insanın en önemli üstünlüğü olan büyük beyin olanaksız olurdu. İnsan beyninin en önemli gelişmeyi doğumdan sonra geçirdiği ortaya çıktığı için insanın gecikmiş doğumunun bir kusur değil büyük bir avantaj olduğunu söyleyebiliyoruz. Gehlen’in insan ve hayvan içgüdülerine ilişkin olarak ortaya attığı düşünceleri ise bugün nörofizyoloji tümüyle çürütüyor. Prof. Akarsu’nun görüşlerini temellendirmek için başvurduğu “insanı el-emek yarattı” teorisi de tipik bir sağduyu teorisidir ve bugünkü bilimsel bilgiler bu teoriyi çürütmüştür.
Bilimsel gelişmeleri izlemeden felsefe yapmaya çalışmanın felsefecileri nasıl yanılgılara sürüklediğine çok daha çarpıcı bir başka örnek vermek mümkün. Felsefe doçenti Betül Çotuksöken, 1989 yılında yaptığı bir konuşmada Türkiye’nin sayılı felsefecilerinden -Çotuksöken,”filozof” diyor- Takiyettin Mengüşoğlu’nun felsefesi hakkında bilgi verirken Mengüşoğlu’nun çağdaş biyolojinin ulaştığı başarılar gözardı edilerek, felsefe, özellikle de insan felsefesi yapılamayacağı inancında olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor:
“Mengüşoğlu ‘insan’ı incelemeye biyoloji alanındaki araştırmalarıyla başladı (…) Felsefi söylemini kurarken bilimlerin elde ettiği sonuçlardan yararlanmış, destek almış, varolanın kendisinden yola çıkarak, onların ‘o’ oluşlarını sağlayan kategorileri belirlemeye çalışmıştır.”[2]
Buraya kadar güzel! Kuşkusuz Mengüşoğlu gerçek bir felsefecinin yapması gerekenleri yapmaya çalışmış. İyi ama sonuç ne olmuş? fiimdi buna bakalım. Son baskısı 1992 yılında yapılan ve yazarın 1983’te gözden geçirdiği “Felsefeye Giriş” eserinde şunlar yazılı:
“Gerek bilimin, gerekse felsefenin birçok dallarının çözemedikleri, hatta uğraşamadıkları birçok problem ya da problem artıkları vardır… Bu gibi problemlerin özelliği onların sonuna kadar çözülememeleridir. …Bunlar felsefenin ve insan bilgisinin ölümsüz problemleridir.”[3]
Bu satırlardan sonra Mengüşoğlu gerçekten ölümsüz olan problemlere örnekler veriyor. Ancak verdiği birkaç örnekten sonra sıraladığı bazı problemler çok ilginç. fiöyle yazıyor Mengüşoğlu:
“İnsan, nasıl ve ne zaman yeryüzüne çıkmıştır? O tanrısal bir varlık tarafından mı yaratılmıştır; yoksa başka canlılar gibi doğanın gelişmesinin doğal bir sonucu mudur? İlk insan formu ile hayvanlar, hiç olmazsa anthropoid adı verilen maymunlar arasında bir yakınlık var mıdır? Kosmos’un bir başlangıcı, bir kaynağı var mıdır? Kosmos sonlu mudur, yoksa sonsuz mudur? Kosmos’un bir başlangıcı bir kaynağı varsa, onun bir sonu da olacak mıdır? Dil nedir? Dil insanla birlikte mi doğmuştur; yoksa ona sonradan mı verilmiştir.”
Mengüşoğlu’nun sorduğu soruların istisnasız hepsi bırakalım ölümsüz problemler olmayı, artık felsefenin konusu bile değildir! Bunların çoğuna bilim yanıt vermiş durumda. Bazılarıyla ilgili bütünsel-kesin teorik açıklamalar henüz ortada olmamakla birlikte, çok sayıda bilimsel bulgu, bu problemleri günümüzde bilimsel araştırmaların konusu haline getirmiştir. Bu durumda Mengüşoğlu’nun çağdaş biyolojiyi nasıl incelediği ve izlediği sorusuna yanıt vermek bir hayli güç. Bu sorunun olası en mantıklı açıklaması Mengüşoğlu’nun sabırlı ve değerli çabalarına karşın mesleki dargörüşlülükle konuları ele aldığı ve yukarda eleştirilen belletim felsefecileri sınıfına dahil olduğudur. 1958 yılında yazdığı kitabına 25 yıl sonra tek bir satır ilave etmemesi bu durumun bir başka açık kanıtıdır. Çünkü bu sürede söz konusu problemlerle ilgili başta astrofizik ve biyoloji olmak üzere değişik bilimlerde birçok yeni bilgiler ortaya çıkmıştır.
Sonuç
Buraya kadar söylenenlerden çıkan sonuçları şöyle özetleyebiliriz:
Birinci olarak, felsefenin teknik altyapısı gözönünde tutularak bir değerlendirme yapıldığında belletim kurumlarındaki felsefecilerin özgün ve güçlü felsefi ürünler ortaya koymalarının çok zor olacağı söylenebilir. Çünkü bu felsefeciler;
• Yoğunlaştıkları akademik felsefi branşın dışında felsefenin neliği, felsefe konuları ve felsefe yapmada vasat bir düzeye sahipler,
• Diğer düşünce biçimlerine, özellikle de bilime karşı genel bir ilgisizlikleri var. Bunun sonucu olarak genel insan düşüncesinin kazanımlarından yoksun oldukları için tek yönlü bir mesleki dargörüşlülük içindeler,
• Çok boyutlu, derin ve kapsayıcı bir bilgi birikiminden yoksun oldukları için biçemde soyut, anlatımda kuru, konu seçiminde kısır ve içerikte yüzeyseller,
• Özgüvenden yoksun oldukları için dışa bağımlı, aktarmacı, seçmeci, yeni görüşler üretmede beceriksiz ve düşüncelerini ortaya koymada fazlasıyla çekingenler.
İkinci olarak, felsefenin gerçek işlevleri* gözönünde tutularak yapılacak bir değerlendirmede felsefe anlayışları bakımından aralarında dağlar kadar fark bulunan belletim kurumlarındaki felsefecilerin gerçek bir felsefe yapmadıkları (ya da yapamadıkları) söylenebilir. Çünkü bu felsefeciler:
• İnsanların yaşam koşullarına, sorunlarına, geleneklerine, inançlarına, özlem ve beklentilerine uygun değerler sunmuyorlar. Oysa Sokrates kendi toplumuna değerler sunuyor ve örnek olamaya çalışıyordu,
• Toplumun daha iyi örgütlenmesi için hiçbir proje üretmiyorlar. Oysa Platon “Devlet”, “Yasalar” vb. diyaloglarında kendi toplumu için somut öneriler ortaya atıyordu,
• Belli bir yaşam anlayışına sahip olmadıkları için insanlara hiçbir yaşam ülküsü ve coşku veremiyorlar. Oysa Nietzsche hiç değilse köhnemiş ve insanların yaşam coşkusunu söndüren sözde değerlere saldırarak insanlara yaşama gücü vermeye çalışıyordu,
• Toplumun çalkantılı ve acılı dönemlerini çözümlemiyor, bunlardan dersler çıkartmıyorlar. Oysa Hegel Büyük Fransız Devrimini, Napolyon savaşlarını vb. çözümlemeye ve insanlık için sonuçlar çıkarmaya çalışıyordu,
• Toplumun gerçek sorunlarına sahip çıkıp destek sunmuyorlar. Oysa Marx her türden toplumsal soruna ve halkın acısına sahip çıkarak felsefesini ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bağlamaya çalışıyordu.
Üçüncü olarak, bu felsefecilerin teknik altyapı ve gerçek felsefi işlevler açısından taşıdıkları yetersizlikler; halktan kopuk bir şekilde kendi dar çevreleriyle sınırlı kısır, soyut ve tekdüze bir düşünce alışverişiyle yetinmeleri; en kötüsü de “halk bizi ve felsefeyi anlamıyor, çünkü gerçekten felsefe belli bir düzey istiyor” diyerek bu durumu kabullenmeleri… İşte bütün bunlar Türkiye’de halkın, hatta aydınlar ve devrimci militanların felsefeden soğumalarının temel nedenidir.
Sonuç olarak, başlıktaki belirlemeyi yinelemek durumundayız:
Türk felsefesi belletim kürsülerinden doğmayacaktır!
* Belletim sözcüğü burada temel eğitim-öğretim kurumlarından üniversitelere, kültür vakıflarından çeşitli eğitim-öğretim kurumlarına kadar resmi, yarı-resmi ya da devlet destekli kurumlar için kullanılıyor. Buralarda gerçek bir eğitim öğretim değil, dogmatik bir “bilgi” aktarımı öğrencilere basitçe belletildiği, yani ezberletildiği durumu anlatmak için bu sözcük burada kullanıldı.
* Bilimci: Gerçek bir bilim insanından farklı olarak bilimle uğraşmasına karşın, bilimi yalnızca bir meslek, bir geçim kaynağı olarak gören, bilimsel başarıyı bol kazanç olarak algılayan, en önemlisi entellektüel ilgi ve bilim ülküsünden yoksun kişi (Muhallebici gibi…)
** Bilimbaz: Bilimcinin ahlaki olarak da yozlaşmış kesimi. Bilimbaz için bilim; ün, para ya da iyi bir orun (mevki) aracından başka bir şey değildir. Dolayısıyla bilimbaz bu amaçlarına ulaşmak için her tür sahtekârlığı bilim adına kolaylıkla yapabilir. Başkasının düşüncelerini çalar, deneyde tahrifat yapar, uydurma raporlar hazırlar vb. (Düzenbaz, hilebaz gibi).
[1] Dünya Problemleri Karşısında Felsefe, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1989 s. 1.
* Hegel, Tarih Felsefesi’nde şöyle yazıyordu:
“Doğa’da yer alan değişmeler, sonsuz çeşitli olabilirse de, yalnız sürekli yinelenen bir dönüş gösterir, doğada güneş altında yeni hiçbir şey olmaz. Yalnız Tin (Ruh) dünyasında olan değişmelerle yeni herhangi bir şey doğar.”
* Felsefenin gerçek işlevleri kuşkusuz felsefenin insana, insan yaşamına, kısacası genelde insanla ilgili sorunlara olan yönelimiyle ilgilidir. Son derece geniş bir içeriğe sahip bu konu ayrıntılarına burada girme olanağı yok. O nedenle çarpıcı birkaç noktaya maddeler halinde değinmekle yetiniyoruz.