Hegel ve Marks Bağlamında Bir Değerlendirme
Düşünce-içi tarihte her filozofun kendi düşünce sistematiğine ait değişik felsefe tanımı vardır. Ve her filozofun felsefe tanımının, teorik ve tarihsel olmak üzere iki “ayağı” vardır. Maddi sorunlar, epistemolojik süzgeçten geçerek felsefi sorunlar olarak, teoride karşımıza çıkarlar. Zira filozoflar, çağlarının pratik sorunlarıyla da uğraşmışlar ve bunun sonucunda dönemin siyasal iktidarları tarafından ya övülmüşler ya da yerilmişlerdir. Zaten devletin felsefi yorumlanışı, felsefenin kendi alanından çıkarak devlet denen toplum-tarihsel gerçeğe ve onun kavranışına teorik bir müdahaledir. Bunu yaparken felsefe, bir paradoksa düşerek hem kendisinin hem de devletin tarih dışı mutlak gerçekliklermiş gibi algılanmasını istemektedir. Felsefe tarihine bir göz atıldığında bu konuyu en iyi kurgulayan filozofun Hegel olduğu görülecektir.
Öte yandan Marks, düşünce iç-tarihinde önemli bir “teorik sapak”ın kurucusudur. Marks, toplum-tarihsel gerçeğin anlaşılması ve değiştirilmesinde felsefenin hakimiyetini geri plana iterken, pratik olarak da devletin hakimiyetine son vermeye uğraşmıştır. Dolayısıyla Hegel, bir teorik yaklaşımın doruğunda ve bitişinde yer alırken Marks, kategorik olarak yeni bir yaklaşımın başlangıcında, başlatıcı olarak bulunmaktadır. Marks, kendi teorik formasyonunda geleceği “kurgularken”; Hegel, tam tersine geçmişi ve bugünü kurgulamıştır. Dolayısıyla Marks, bir öngörüye sahipken, Hegel, “bugün”de çakılıp kalmıştır.
Hegel’de Devlet Felsefesinin Temellendirilmesi
Hegel, bunun aksini iddia edemezdi: Çünkü, o zaman kendi teorik formasyonunda bir tutarsızlık, bir çelişki olurdu ki; işte Hegel bunu hiçbir zaman kabul etmez ve “çelişki”yi (tutarsızlığı) bir “safra” olarak kendi dizgesinin dışına atardı.
Yukarıdaki açıklamalardan, Hegel felsefesinde bir çelişki/tutarsızlık aramaya kalkışmak berhava bir çaba olur. Çünkü, öznenin kendi iradesiyle yarattığı dış dünya, kendi pratiğinin sonucudur ve özne kendi yarattığı nesne içerisinde evrilmeye devam edecektir. Dolayısıyla, ilişkilerde karşılıklı belirleme ve belirlenme vardır.
Hegel, Fichte ve Schelling’in bu diyalektik anlayışlarıyla tikel ve soyut kaldıkları düşüncesinde, zira Fichte diyalektik yöntem’i düşünmenin formuna, Schelling de “doğa sürecinin gelişmesi”nin formuna indirgeyerek aynı şeyi yapmışlar; teorik ampirizm sınırları içerisinde kalmışlardır. Hegel’in çabası, düzeyler arasındaki bu ayrılığı, uçurumu kaldırarak bütünlüğü sağlamaktır. Çünkü Hegel’in kaygısı salt teorik/felsefi bir kaygı değil, asıl olarak dünyevi/pratik bir kaygıdır. Ama ondan önce, Hegel’in salt bir biçimde, felsefi bir kurguya ihtiyacı vardı.
Platon’da bir sistem olarak kurgulanan nesnel idealist felsefe, idealar dünyası ile maddi dünya arasına kesin bir sınır çekerek, dış dünyayı ideaların birer kopya gerçeklikleri olarak değerlendiriyordu. Nesnel idealist felsefe’nin doruğunda yer alan Hegel, ontolojideki bu ayrılığı yıktı ve onu “Tin” kavramında birleştirdi. Dolayısıyla “Tin” salt ideaların gerçekliği değil, onların kopyalarıyla beraber özdeşlikleridir. Hegel için, ontolojik olarak bu problemi çözdükten sonra, yöntem sorununu Fichte ve Schelling’le halletmesi zor değildir. Hegel kendisinden önceki felsefelerin eksikliğini biliyor; ta Platon’a kadar. Hegel’in sisteminde ontolojik ve mantıksal boşluk göremezsiniz. Salt bir devlet teorisi oluştursaydı Hegel, tarihsel bir kesiklik olur ve felsefenin zemininden devlet öncesi dönemi açıklayamazdı. Onun için devlet öncesine ilişkin ontolojik bir kurgu oluşturarak devlete geldi.
Hegel felsefesinde “tin” denen mutlak varlık, ilk anda kendisinde kendisi olarak, mutlak olarak mutlak varlıktır. “Tin” kendi alanında mutlak olarak vardır ve bomboştur; çünkü içeriği yoktur. “Tin”i sadece var olan olarak düşündüğümüzde onu bütün niteliğinden soymuş oluruz. Ama onu bütün içeriğinden soyduğumuzda bu kez “Tin” denen varlık, “yokluk” olur. fiimdi bu çelişkiyi çözmek için Hegelci felsefeye göre ona bir içerik vermek zorundayız. Hegel felsefesinde “Tin”in hareketindeki bir “an”ı karşılamak için yeni bir kavrama ihtiyaç vardır. Bu çerçevede varlığa bir içerik vermek istediğimizde “oluş” kavramıyla karşı karşıya geliyoruz.
Başlangıçta yokluk olan varlık, içerikle yüklenmeye başlandığında oluş haline geçerek bir hareket kazanır ve “Tin” kendi kendisini dışlaştırarak, doğa haline geçer. “Tin”, tarihsel serüveninde doğa durumundayken aktif bir konumda değil pasif olarak sadece izleyicidir. İşte Hegel’in kendi felsefi dizgesinde karşı çıktığı nokta tam da burasıdır. Zira o, pasif bir konumdaki “tin” yerine kendisini “devlet” olarak ortaya koyan aktif “tin”i yeğlemektedir.
“Devletin özel çıkarının en önemli düşünce olduğu genellikle kabul edilmiş ve iyi bilinen bir ilkedir. Devlet, dünyada yerleşmiş olan ve burada kendisini bilinçlilik aracılığıyla gerçekleştiren tindir. Oysa Tin doğada kendisini yalnızca kendinden başkası olarak, cansız görünen Tin olarak dışlaştırır…” Hegel devam eder:
Elbette Hegel, kendi “Devlet Felsefesi”nin iç tutarlılığı açısından aksini iddia edemezdi. Devlet tek tek öznel istençlerin temsilcisi olmadığı gibi, onların bir küme halinde bir araya gelmeleri de değildir. Tam tersine, tek tek öznel istençlerin kendilerini aşarak “genel istenç”te kendilerini ifade etmeleridir. Öznel istençlerin, “genel istenç”in temsilcisi olan Devlet’te bir birlik ve bütünlük oluşturması, aile ve toplum denen iki ara evreden geçerek gerçekleşir. Üstelik bu iki ara aşama, “tin”in kendisini devlet aracılığıyla, devlette yeniden tüm içeriğiyle açıp ortaya koyması için üzerinden atlanılamaz, geçiştirilemez, zorunlu maddi aşamalardır.
Fransız Devirimiyle birlikte burjuva “birey”in kapitalist toplumsal formasyon içerisinde “özgür” bir biçimde tarih sahnesine çıkışında, toplum ve birey adına ciddi tehlikeler gören Hegel, bireyin dizginlerini çekmek istemektedir. Belli ki Hegel bu kaygısı ve teorik uğraşıyla hem toplumu, hem de bireyi kurtarmak istemektedir. Hegel kaygısında haklıdır, fakat tasarladığı önlemler hastayı iyileştirecek neviden olmayıp ancak araz’ı giderecek niteliktedir. Hegel kendi öncüllerinin izini sürmektedir.
Hegel ve Marks’ın Teorik Formasyonu
Burada Marks’ın yaptığı ince ayrımı görmek gerekir. Birisi çıkıp, felsefeyle uğraşan filozofun kendisi bizzat tarihin içindedir, anlayışıyla, felsefeyi tarihin içerisinde, tarihe dönük bir teorik uğraş olarak görme iddiasında olabilir (zaten filozofların tümü tarihte aynı işi yapmışlardır). Elbette bu iddiaya aklı selim hiçbir insanın itiraz etmeyeceğini bilmek gerekiyor. Burada Hegel’e yapılan itiraz başka bir itirazdır. Tarih “sonsuz” bir süreç olarak düşünüldüğünde bir soyutlamayla “insan” denen varlığın serüveni tarihin büyüklüğü içerisinde mikro bir kesit olarak kalır ve insanın düşünsel faaliyeti de maddi tarihin bir versiyonudur. Ama bu, sonuçta böyledir. Maddi tarihle, düşünce içi tarihin diyalektiğini görmeyerek hareket ettiğimizde, ya kaba mataryalizme düşeriz, ya da felsefi idealizme… Bu çerçevede Hegel’in bulunduğu kategori felsefi idealizmdir. Hegel, maddi tarihi kendi düşünsel faaliyetinin nesnesi yaparak “insanların güdülerinin, davranışlarının arkasındaki ‘gerçek’i maddi tarihin kendisinden çıkarma yerine” sonuçta maddi tarihin içerisinde sayılması gereken, ama kendi özgül tarihi ve “iç nesnesi” olan felsefe’de oluşturarak “tarihe sokar”.
Althusser’e göre, düşünce içi tarih, kavramların hareketinin (evriminin, bir mantık çerçevesinde düşünsel modeller oluşturmasının ve bu modellerin bozulmasının) tarihidir. Bu manada felsefe salt teorik bir uğraştır. Zira, “salt kavramsaldır”.
Burada Marks, Hegel’den sadece yöntem açısından değil, teorik formasyonundaki aktörler bakımından da ayrılır. İnsan gider onun yerine sınıflar gelir. Bu değişiklik/değiştirme ham gerçeğin değişmesi değil, onu soyutlama/somutlama (kavramlaştırma) biçiminin değişmesidir. Öte yandan Hegel ile Locke ve Rousseau arasındaki ayrım aynı kategorideki içsel ayrım olur ancak, çünkü devletin varlığını bir “toplum sözleşmesi”ne bağlamaz Hegel. Hegel’e göre devletin oluşumunu toplum sözleşmesine bağlamak Tümel’i reddederek sorunu ampirik bazda ele almak anlamına gelir. Yenişehirlioğlu, filozoflar arasındaki bu tartışmaya katılmakla kalmıyor, sanırım kendi tarafını da belli ediyor:
Devlet, ister “toplum sözleşmesi” kavramı etrafında, isterse de tümel bir yapıya sahip olan ‘nesnel istenç’i dile getiren “nesnel ahlak” kavramı etrafında oluşmuş, oluşması gereken evrensel bir yapı derekesinde teorileştirilsin, sonuçta yapılan ‘salt akıl’ın kendi içerisindeki “gel-git” olayıdır. Buna karşılık, bir iç ayrım olarak Hegel’in “nesnel istenç’i Rousseau’nun “sözleşme” kavramına göre düşünümsel somutlamada bir üst/alt kertede duruyor. Çünkü somut bir olguyu teorik incelemeye konu ettiğimizde hiçbir zaman onunla salt bir biçimde karşı karşıya gelmemiz mümkün değildir. Somut bir olguyla hep “ideolojik” (din, felsefe, politika, vb.) ortam içerisinde yüz yüze geliriz. Olgucular, idealizme karşı çıkma mantığıyla “akıl”la yapılan salt kurguları bilgi saymayarak bilgiyi, duyu verilerinden gelen algıların akıl tarafından genelleştirilmesine indirgeyerek ampirizme düşerler. Halbuki olguyu soyutlama etkinliği kavramlaştırmadır. Hangi kertede olursa olsun kavramların bir ilişkiyle (matıkla) bir araya getirilip kavramsal bütün oluşturulması teori anlamına gelir. Dolayısıyla salt teori, yine bir başka teoriyle (teorik ampirizm) reddedilmiş olur. İşte Hegel’e göre Rousseau toplum ve devlet’in temelinin “toplum sözleşmesi”yle bir araya gelmiş insanların bütünsel birliği olduğunu söylemekle ampirist epistemolojinin içerisinde kaldığını söyleyerek, ampirizm’in özüne dönük bir açıklama getirir. Gülnur Savran, Tarih ve Felsefe’yi şöyle yorumluyor:
Hegel’in Devlet Felsefesi tam bir mistifikasyon örneği; çünkü toplumsal tarih’in hiçbir döneminde filozoflar özel mülkiyeti Hegel düzeyinde mistifiye etmedi/edemedi. Bu bir yerde toplumsal tarihte bir iç tarihe sahip olan felsefenin “nesnel idealist” kesiminin evrimiyle alakalı olduğu gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin kendi olgusal gerçekliği açısından da Hegel felsefesi böyledir ve onun için, bu olgusal gerçekliği en iyi ifade etme ve örtme ideolojik gücüne sahiptir. Marks, bu konuyu çarpıcı bir biçimde şu ifadelerle dile getiriyor:
Dolayısıyla, Hegel’in biçim itibarıyla sorunu ele alış tarzı kendi nesnel idealist felsefesinden kopuk (ampirik) bir özelliğe sahip olmayıp onunla tam bir uyum içerisinde yine onun bu alana dönük bilinçli bir çalışmasıdır. Aksi halde, biçim açısından eklektik, tutarsız bir teorik (felsefi) bütün olurdu Hegel felsefesi.
Burada Hegel’i anlamamak için hiçbir neden yok. Çünkü Hegelci diyalektik, varolan toplum-tarihsel gerçekliği temel bir veri alarak kurgulama yapmaktadır. Hegelci kurgulamada tarihte, tarihi aşan kategorik olarak geleceğe dönük teorik saptamalar yok. Onun için, burjuva toplumunun çelişkilerini ileriye taşıyarak yeniden üretmektedir. Dolayısıyla kapitalizmin hareket yasalarıyla kendi diyalektiği arasında bir biçimdeşlik söz konusudur. Daha önce de söylediğimiz gibi Hegel’in kaygısı teorik kaygıdan öte asıl olarak pratik, dünyasal bir kaygıdır ve mütemadiyen yaptığı iş kapitalist sınıf çelişkilerinin üzerini örterek ona teorik (felsefi-ideolojik) gerekçeler hazırlamaktır. Ayrıca tarih felsefesinin yaklaşımıyla iktisat ideolojisinin yaklaşımı da çakışmaktadır. Hegel nasıl ki tinin tarihsel evrimini Prusya Devletinde noktalayarak devrimsel değişimi yadsıyıp salt hareketsizliği savunuyorsa, iktisat ideolojisi de kapitalist üretim ve piyasa ilişkilerini mutlaklaştırarak tarihi tarih-dışı bir yoruma tâbi tutmakla ideolojik bir iş görüyor. İşte Marks, toplum-tarihsel gerçeğe bilimsel bir yaklaşım getirerek tarih felsefesiyle savaştığı gibi, iktisat ideolojisiyle de savaşma gereği duyuyordu.
DİPNOTLAR
1 AydIn Çubukçu, MantIk ve Diyalektik, Yurt Kitap Yay., ikinci baskı, 1990, s. 20
2 Felsefe Tarihinde öteden beri özne/nesne ayrılığı ve birlikteliği sorun olmuştur. Filozoflar, bu iki ayrı “gerçeklik” arasında nasıl bir ilişki kurulacağı konusunda hep kafa yormuşlardır. Çünkü, “bilen” özne ile “bilinen” nesne arasında, bilmenin nasıl gerçekleştiği konusunda ciddi bir problem vardır. Ayrı neviden olan bu ikilik teorik olarak ortadan kaldırılmadan Hegel, “gerçek bilgi”nin gerçekleşemeyeceğini mantıksal olarak görüyor. Ve onun için teorik olarak bu ayrılığı ortadan kaldırıyor.
3 Din ve felsefe ile bilim arasındaki ayrılık: Din ve felsefe nesne karşısında mutlak bir özne kabul etmeleri bakımından özdeştirler. Bilimde ise bir özne sözkonusu değildir. Bilimin bu özelliği kendisini her ikisinden ayıran kategorik bir farklılıktır.
4 Şeyla Benhabib, “Metaların Fetişizmi ve İdeoloji/Bilim Sorunu”, Birikim32, Ekim 1977, s. 35
5 Benhabib, agy, s. 35
6 Kant’ın epistemolojisinde bir şeyi bilmek ona kavram yüklemektir; eğer biz “numen” (mutlak bilinemez)’e bir kavram yüklüyorsak demek ki onun hakkında bir bilgiye sahibiz.
7 Marks, epistemolojik “kopuş”ta düşünce içi tarihte iki tavır birden alır. Birincisi, tüm felsefeyi karşısına alarak felsefeden kopar; tarih’in anlaşılmasında felsefenin yerine bilimi koyar. İkincisi, felsefe içi tavırdır; materyalizm tarafında diyalektikçi olarak yer alır.
8 Felsefi bir önermeyi bilimsel bir önermeyle reddedemezsiniz, ancak o alana dönük bilimsel teoriyle pratik olarak işlevsiz hale getirebilirsiniz. Marks “tarih”e dönük olarak felsefeye karşı aynı şeyi yapmıştır; ama felsefeden koparken felsefeye karşı aldığı teorik tutum yine felsefedir. Yani felsefenin epistemolojik bütündeki yerini yine felsefeyle değiştirmiştir. Dolayısıylq bu bir “paradoks”tur; söylemin paradoksu…
9 Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, Çev.: Necla Arat, Remzi Kitabevi Yayınları, Birinci basım, İstanbul 1984, s. 252
10 Aktaran Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi Yayınları, Dördüncü Basım, İstanbul 1980, s. 437
11 Aktaran Gökberk, age, s. 437
12 Her kavramlaştırma “soyutlama”dır, ya da her “soyutlama” kavramlaştırmadır. Felsefi kavramlaştırma ise “soyutun soyutlanması”, yani kavram’ın kavramlaştırılmasıdır. Felsefede akıl, kapalı devre çalışarak dış uyaranlarla ilişkisini keser. Onun için, felsefi düzeyden gerçek gerçek düzeye ara teorileştirmeler olmadan inemezsiniz. İnmeye kalktığınızda ya yaşam felsefesi ya da praksis felsefesiyle karşılaşırsınız. O halde felsefe, değiştirmek istese de değiştiremez.
13 Doğan Özlem, Felsefe ve Doğa Bilimleri, İzmir Kitaplığı Yay., Birinci basım, İzmir 1995, s. 48
14 Gökberk, age, s. 437
15 Gökberk, age, s. 437
16 Cassirer, age, s. 266
17 Gökberk, age, s. 438
18 Aktaran Cassirer, age, s. 268
19 Şahin Yenişehirlioğlu, Hegel Felsefesinde Birey, Toplum Devlet İlişkileri, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, tarihsiz, s. 113
20 Yenişehirlioğlu, age, s. 108
21 Felsefenin, toplumsal gerçekliği düzenlemek istediğinde dayandığı nokta “evrensel ahlak” ilkeleri olmaktadır. Evrensel ahlak ve erdemli önderler diyalektiği. Şimdi örnek mi istiyorsunuz? İran’a bakın!
22 Orhan Gökdemir, İnsan ve Doğa,Ataol Yayınlqrı, İstanbul 1994, s. 184.
23 Lenin, Komün Dersleri, Çev: Kenan Somer, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1992, s. 88-89.
24 Yenişehirlioğlu, age, s. 185.
25 Gülnur Savran, Sivil Toplum ve Ötesi/Rousseau, Hegel, Marks, Alan Yayıncılık, İstanbul 1987, s. 106-7
26 Savran, age, s. 107
27 Aktaran Savran, age, s. 153
28 Aktaran Savran, age, s. 164
29 Savran, age, s. 164-5